26 Eylül 2015 Cumartesi

İslami terminolojinin arkeolojisi (ve biraz da yapısökümü)

Foucault'nun kullandığı yöntemlerin bazısı İslam teolojisine halen pek uygulanmış veya uygulanmakta değil. Bu yöntemlerden ikisi arkeoloji/soykütüğü ve onu müteakip yapısökümü. Bu yöntemleri İslami terminolojiye uygularsak ne elde ederiz?

İslami terminolojinin içerisinde pek çok kelime İslam ilk geldiğindeki anlamından farklı, ve hatta ona fevkalade aykırı anlamlarla yüklenmiş olabilir. Şerif Mardin'in "kök-paradigma" adını verdiği, ekonomi ve siyaset gibi belli toplumsal kurumlarda kitlelerin davranışlarını belirleyen ve etrafında geniş bir çağrışımlar yumağına sahip olan İslami terminolojiye ait bazı kelimeler var. Mesela kanaat. Bu kelimenin şu andaki kullanımı fakirliğin teolojik gerekçelendirmesi minvalinde. Hatta bu o derece ki, İslam ilk geldiğinde Hz. Peygamberin bu kelime ile kastettiği anlamın çok uzağına düşülmüş bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Bütün Müslüman toplumların iktisadi hayatları üzerinde bu kelimenin hatırı sayılır ve oldukça belirgin bir etkisi var. Weber, "Protestan, iyi yemek isterken; Katolik, rahat uyumak ister." demişti. Geleneksel Müslüman ise "azla yetinen" insandır. Çokta gözü yoktur. Bunu da kanaat zanneder. Çünkü Kuranda dünya hayatı için "meta" (az bir yararlanma) tabiri kullanılır. Bunu ise kendi idealsizliğinin ve cehaletinin temel istinatgahı yapar. Kanaat kelimesini kendi azgelişmişliğinin yegane istinatgahı olarak kullanır.

Oysaki İslam, çok açık bir şekilde, ilk geldiği yüzyıllarda ciddi bir maddi servet birikimine sebep olmuş ve bu zenginlik sayesinde Müslüman toplumlarda bilim ve sanat gelişebilmiştir. Çünkü, Hume'un dediği gibi, lüks olmadan bilim olmaz. Endonezya ve Fas'a kadar (ki bilinen dünyanın iki ucudur) ticaret yapmaya gözü kesen insanlar yaratan bir dinden bahsediyoruz. Aquina'lı Thomas ticareti epeyce kötülemişti. Ticaret nereye girerse, orayı para hırsı çürütür, demişti. Katolisizm, özellikle Fransisken ve Dominiken gibi tarikatler Ortaçağlarda fakirliği övmekteydiler. Ama İslam ilk geldiğinde müntesiplerini 30 yıl kadar kısa bir sürede servete boğmuştu ve bu servetin (bazı müsteşriklerin iddia ettiğinin aksine) hepsi ganimetlerden elde edilme değildi.

Bu kelimelerden bir diğeri, yine iktisadi çağrışımlar barındıran "kısmet" kelimesi. Hatta "nasip" de bunun yanında sayılabilir. Bunların Arapçada çok basit gündelik kullanımlara sahip teknik kelimeler olarak kullanılması gerekirken Türkçede yüklendikleri iktisadi çağrışımlar ekonomik verimsizlik, pasiflik ve girişim yoksunluğuna sebep oluyor.

Diğer kelime namus. Aslen Yunanca nomos (yasa) kelimesinin Arapçaya geçmiş halidir namus. Hatta Platonun Nomoi (Yasalar) isimli kitabı bile var. Ama bizde İslami teolojiye sızmış ve zararlı sosyal davranışlara sebep olan bir kelime. Hepimizin malumudur.

Diğer kelimeleri çok kısa buraya yazayım. Bu kelimelerin hepsinin arkeolojisi, bir kısmının ise yapıbozumu yapılmalıdır:

- vatan: Kuranda içinde doğulan belde anlamında kullanılıyor. Şimdi ise milliyetçilerin putlarından biri oldu, hayali cemaatin putu.

- millet: Kuran'da "millet-i İbrahim" şeklinde geçiyor en belirgin şekliyle. Aslında din demek. Şimdi ise hayali cemaat, ulus anlamında kullanılıyor.

- fetih: Kuranda bu kelimenin en belirgin şekliyle kullanıldığı yer Hudeybiye barışından sonra inen ayetler. Hz. Peygamber'e hitaben, söz konusu barış kastedilerek, biz sana fetih verdik deniliyor, yanılmıyorsam. Oysaki Müslümanlar orada Mekke'yi zaptetmemişlerdi. Yani Kuranın fetih kelimesini kullanışı bir yerin halkının İslama açılması şeklinde. Oysaki bu kelimenin şimdiki kullanımı maalesef İslamı bir savaş ideolojisine dönüştürmeye yönelik. Kılıçla yer zaptetmek fetih olup çıkmış. (Bir incelik: Hz. Peygamber savaşlarda, düşmanı yenersek kaçmalarına izin verelim ki onlardan da çok can kaybı olmasın düşüncesiyle sırtını hep bir dağa yaslarmış. Çünkü her bir müşrik ve kafir, birer Müslüman adayıdır. İnsana verilen değere bakınız.)

- cihat: Bu kelimenin ifade etmesi gereken anlam üzerine çok şey söylendi. O nedenle tek kelimeyle bu kelimenin anlamını yazıp geçiyorum. Anlamı "gayret" demek. Ama tabi söylenecek şey çok.

- devlet: Kuranda böyle bir kelime geçmez. Ancak geleneksel Sünni fıkhında devletin nimet olduğu şeklinde bir anlayış oldukça belirgin. Basbayağı bir otoriterlik ve acizliğe işaret eder. Çünkü "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi."

Yukarıdaki bir avuç kelime haricinde liste daha da uzatılabilir.

Bunların haricinde bizzat Kuranda geçen, bazısı yabancı menşeli olan ve arkeolojisinin yapılması gereken bilindik çok önemli kelimeler var. Bazı örnekler: melek, cehennem, huri, hilafet, ulu'l-emr, Samet, kırtas gibi. Bu gibi kelimelerin etimolojik izini sürünce insan inanılmaz yerlere çıkabiliyor.

20 Eylül 2015 Pazar

Tercümenin önemi ve incelikleri üzerine

Akademik çalışma yapmanın yanında bir taraftan da ağır ağır tercüme yapmayı epeyce makul buluyorum. Çünkü İngilizce literatürden Türkçeye tercüme edilmesi gereken çok fazla harika eser var ve İngilizce literatürde her geçen gün bu gibi harika eserler basılmaya devam ediyor. Türkçe literatürün yazma eserlerden ziyade tercüme eserlerle gelişeceğini bu nedenle düşünüyorum. İngilizcede, sözgelimi, Afrika siyaseti üzerine harika bir eser varsa, bence yapılması gereken, bu alanda bir eser yazmaktan önce bunu dilimize çevirmek. Oradaki buraya aktarılmadan neden eser yazılmaya çalışılıyor, doğrusu pek anlamıyorum. İngilizce yazındaki onca fevkalade kitap dururken Türkçede her gün onlarca daha düşük kalitede kitap yayınlanması üzücü.

Bilimsel bir alandaki literatürü tek parça olarak değerlendirirsek, literatürü dillere ayırmazsak, aslında, bu literatüre birşey katmayan eserlerin anlamsız olduklarını söyleyebiliriz. Mesela, antropoloji alanında herhangi bir ayrım yapmadan dünya literatüründe 10,000 birim bilgi ve fikir varsa, ve sözgelimi Türkçe yazılan yeni bir eser bu 10,000'lik birikimin orasından burasından 750'lik bir kısmını içeriyorsa ve başka bir meziyeti yoksa, bu eserin varoluş amacı nedir? 10,000'lik birikimi, lafın gelişi 10,010 yapmayacaksa neden yazılır? Bunun yerine yabancı dildeki kaliteli ve mukabil bir eser, hatta belki bir makale, tercüme edilse en azından birşeyler üretilmiş olmaz mı?

Sadede gelecek olursam, demem o ki, tercüme yapmayı fevkalade önemli ve hatta neredeyse İngilizceyi iyi bilenlerin bir görevi gibi görüyorum. Zaten İslam'ın ilk dönemindeki bilimsel parlama, büyük oranda Yunan, Hint ve Latin eserlerinin Beytü'l-Hikme çatısı altında Arapça'ya tercüme edilmesi sayesinde başarılmış. Sadece bir tek tercüman, İbni İshak, 100'den fazla eser çevirmiş. Var olanı tekrar keşfetmeye gerek yok. Silsile, önce var olan birikimi kendi diline aktarmak, sonrasında bu birikimi hazmetmek ve en son bunun üzerine yeni bireyler koymak şeklinde ilerliyor. Bir tarafta avuçlanması gereken koca bir yığın dururken, onu görmezden gelip zerre miskal üretim yapmaya çalışmak oldukça şaşırtıcı. O nedenle tercümanlara karşı pek büyük bir saygı besliyorum.

Öneminin yanında tercüme, kanımca aynı zamanda pek keyifli bir iştir de. Birazcık motor tamirine benzeyen -kelimeyi sök, tak çıkar- tarafı, evet, var, ve bu biraz can sıkıcı. Ama o kelimelerle oynamak insanın beyniyle oynamak gibi değil midir? Bir yere koyacağın kelimeler yelpazesi içinden seçeceğin bir kelime ile düşünceyi istediğin mecraya çekmek, açık bir güç değil midir? Evet, bence tercüman epeyce güçlü bir adamdır. Şimdi, mesela, Aziz Yardımlı'nın öz Türkçe Kant tercümeleri ile Atilla Yayla'nın yemeyip yanında yatılası Hayek tercümeleri bir mi? Luther'in Latince'den Almanca'ya İncil tercümeleri bu konuda belki en iyi örnek. Latince "ecclesia" kelimesi, aslında Yunanca'da şehir devletlerinin küçük meclisleri, toplantı yerleri anlamına gelen ekklesia kelimesinden gelme. Luther bunu tutmuş, Almanca kilise (Kirche) olarak değil de Gemeinde, Gemeine veya Versammlung (sırasıyla Cemiyet, Cemaat ve Toplanma) şeklinde çevirmiş. Yani İncil'de papalığın iddia ettiği gibi bir Katolik Kilisesi yok diyor. Ya da Almanca'daki Wort (Kelime, Tanrı Kelamı), Antwort (Cevap) ve Verantwortung (Sorumluluk, Dini Vecibe); rufen (çağırmak [vocate]) ve Beruf (meslek, Dini Çağrı [vocation]) gibi bütün bir halkın anlam dünyasını yeniden şekillendirme amacına matuf ilginç bağlantılar, hep Luther'in İncil'i bu şekilde tercüme etmesinin ve Almanca ile amacı doğrultusunda zekice oynamasının eseri. Weber, Dawson ve Troelsch bunları detaylıca anlatırlar. Hatta evvel zamanda birisi, sanırım John Dewey veya John Foxe, Protestan Reformasyonu büyük oranda ve aynı zamanda bir tercüme hareketidir demişti. Tercüme bu nedenle gizil-güçlü. Bu nedenle de keyifli. Nihayetinde gerçekten yumuşak insan beyninin ince kıvrımlarıyla oynama söz konusu.

Aslında bu yazıyı bu kadar uzatmak istememiştim. Yazının başlığı da Tercümede Eşdeğerlilik idi. Ama laf lafı açınca başlığı değiştirdim. Tercümede eşdeğerlikten kastım ise, İngilizce'den Türkçe'ye tercümede kelimelerin tam eşdeğerini bulabilmek. Mesela notorious, kötü anlamda meşhur demek. Bunu ünlü ya da meşhur şeklinde çevirmeyip adı çıkmış demek daha doğru. Bu gibi incelikli karşılıkları bulmak zor olduğundan yardımınızı da beklerim. Aşağıda bunun gibi aklıma gelen birkaç kelimeler var. Bazısının eşdeğerini karşısında aklımca yazdım, bazısını hala bulamadım. Bulan varsa ve yazıverirse veya mantıklıca uydurabilirse memnun olurum. Aklıma geldikçe buraya bu kelimeleri kaydetmek istiyorum:

notorious: adı çıkmış (meşhur veya ünlü değil)

depend: (bazen) bel bağlamak (denilebilir, çünkü ingilizcede pekçok güvenmek anlamına gelen kelime ve, bu, tercümede tekrara düşmeye neden oluyor.)

consideration: mütaala (düşünme değil)

catalyst: ? (hızlandırıcı ?, veya katalizör ?, ı-ıh, başka bişey olmalı)

frustrated: ???

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Denizci Sindbad ve Jules Verne: Maceraperestliğimizi Yitirişimiz Üzerine

“Hayatımın en hoş zamanındaydım ki farklı ırklarla yârenlik etmek ve ticaret yapıp gelir elde etmek için beni yabancı diyarlara seyahate iten muzır bir dürtü hissettim. Bunun üzerinde düşünüp taşınarak gemi seyahati için daha önce hiç almadığım kadar çok değerli mallar alıp onları balyalar halinde paketledim. Bağdat’tan Basra’ya indiğimde yanıma birkaç ileri gelen Basralı tüccar alarak onları bir gemiye yükledim. Seyahate çıktık...”

Yukarıdaki pasaj binbir gece masallarından bir alıntı. Denizci Sinbad’ın anlatısı bir masal. Binbir gece masalları mistisizmi, egzotikliği ve en önemlisi maceraperestliğiyle yüzyıllar boyu birçoklarının ilgi odağı olmuştur.

Erken İslami dönemde macera tutkusu, yeni yerler ve şeyler görme merakı, kazanma iştiyakı dikkat çekici düzeydedir. Azgın Hind Okyanusu dalgalarını aşarak ta Çin ve Endonezya’ya kadar ticaret yapmak amacıyla giden azimli Araplar, Acaibül Mahlukat gibi kitaplar yazmışlar., yani oralarda gördükleri acaip mahlukları merakla inceleyip kitaplara kaydetmişler, resimlerini çizmişler, Arabistan'a döndüklerinde oradakilere bunları gösterip anlatmışlar. Sinbad’ın hikayeleri ne kadar Hindce’den tercüme olsa da, o dönem Arap toplumunun dinamizmini yansıtır. Tam bilmesem de bu mesele muhtemelen pekçok edebiyat eleştirmeninin, bilhassa şarkiyatçıların malumudur.

Buradaki asıl dikkat çekmek istediğim konu ise, denizci Sinbad’ın hikayeleri ile Jules Verne’nin bilim-kurgu romanları arasındaki benzerlik. Şu açıdan: her ikisi de belli bir maceraseverliğin dışavurumu, her ikisinde de doymak bilmez bir merak ve öğrenme arzusu var. Çocukluğumda Jules Verne’nin sanırım tüm romanlarını okudum, tatları hala damağımda. En çok da Dünyanın Merkezine Yolculuk kitabında heyecanlanmıştım. Galiba onu okuduktan sonra birkaç gün yeri eşelemiştim. Binbir gece masalları ile çok sonra tanıştım. İlk tanışmamda bunun farkına varmamıştım. Ama zamanla farkediyor insan. Kaybettiğimiz şeyler çok somut. O maceraperestlik gözle görülür derecede Araplardan çıkıp Fransızlara geçmiş.

Aradaki fark yelpazenin iki kutbu arasındaki fark kadar: ticaret yapıp para kazanmak için basit imkanlarla Hind Okyanusu üzerinnden Çin’e ulaşmaya çalışan 9. asır Yemenli Arap tüccarı nerede, akşamlara kadar divanın üstünde kat çiğnemekten yanağı şişen mayışık Yemenli Arap esnafı nerede..





12 Ağustos 2015 Çarşamba

Sırtında dini bir uyarı yazısıyla gezen adam



Yukarıdaki ilk resmi Konya'da Mevlana Müzesi'nde çektim. Resimdeki kişi genellikle o müzede, geceleri ise Konya'da sokaklarda geziyor ve kendince dini tebliğ yapıyor; epey dikkat de çekiyor. Arada bir insanlar yanına gelip kendisinden bilgi alıyor, dertlerini anlatıyor ve çözüm önerilerini dinliyor. Gömleğinin üzerinde "İnanan genç; inkardan kaç, küfür öldürür, iman güldürür, haram soldurur, sevgi sevdirir." yazıyor.

İnsanların dede diye seslendiği bu adamı müzede ikinci defa gördüm, yanına gittim ve kısaca kendisiyle sohbet ettim. Tasavvufa ilgisi olduğunu, Muhammed Sait Kotku'nun kitaplarını okuduğunu ve insanları dinen uyarmak için 4 yıldır böyle giyindiğini söyledi. Yaşı 70'den geçkinmiş.

İkinci fotoğrafta ise Şems-i Tebrizi'ye ait olduğu söylenen bir kavuk var; üzerinde kocaman Arap harfleriyle "Rabbim Allah'tır. Allah'tan başka tanrı yoktur. (Rabii Allah, La ilahe ilallah)" yazıyor. Söylenene göre Şems, Konya sokaklarında bununla gezermiş.

"Fikir iklimi (climate of opinion)" tabiri, Whitehead'in 18. yy. aydınlanmacılarından alıntılamak suretiyle popülarize ettiği, ancak sonra unutulan ve ardından Carl Becker tarafından The Heavely City of Eighteenth-Century Philosophers adlı ezber bozucu kitabından tekrardan kısmen yaygınlaştırılan oldukça kullanışlı bir İngilizce tamlama. Anlamı; kastedilen dönemin düşünceler yumağı, insanların genel itibariyle üzerine düşündüğü ve onu düşünürken kendisinden yola çıktığı öncüllere atıfta bulunan bir tabir. Mesela Becker diyor ki, modern çağın fikir iklimi o şekilde ki biz eski dönemlerde yazılmış pek çok kitabın, örneğin Aziz Thomas Aquinas'ın muhteşem eseri Summa Theologiae'nin içindeki argümanları kanıtlamaya veya çürütmeye çalışmıyoruz; onları sadece anlamaya ve dolayısıyla öğrenmeye çalışıyoruz, çünkü o dönemin "fikir iklimi", bizi o dönemin endişelerine karşı kayıtsız kılıyor.

Şimdi, gömleğinin üzerinde yazı yazan ilk fotoğraftaki adamla kavuğunun üzerinde Arapça yazı yazan Şems-i Tebrizi'ye dönelim. Gömleğinin üzerinde yazı yazan dedeyi hemen herkes garip buluyor ve kendisine ilgiyle bakıyor. Batı ülkelerinde de bazı evanjeliklerin giysilerinin üzerinde yazı taşımaktan ziyade ellerinde pankartlarla sokaklarda dini uyarılar yaptıklarını görmüştüm; onlar da garip karşılanıyordu. Muhtemel ki Şems-i Tebrizi'ye kendisinin yaşadığı Selçuklu devri sonrlarında aynı ilginçlikte bakılmıyordu. Fikir iklimi ne kadar değişmiş.

Yolda böyle ilginç bir insan görünce hemen kendisiyle konuşmak istiyorum. Nihayetinde bu gibi insanlar topluma zenginlik katıyor Aslında her şehirde birkaç tane böylesine ilginç kamusal insanlar bulmak mümkün olabilir; kimisi sokaklarda, kimisi ise belli bazı kişilerin bildikleri yerlerde. Ankara'da Hacı Bayram'da Emin hoca varmış, yaşı 90'a yakınmış. Tanıdığım epeyce kişi, Emin hoca ölmeden kendisiyle muhakkak görüşmemi tavsiye etti. Bir ara yanına uğramayı düşünüyorum inşallah. İzmir'de Menemen'in Çukurköy adındaki bir dağ köyünde Nizamettin Molla adında bir tarikat ehli var; alelade ehl-i tarikten değil. Dağın tepesinde köyde yaşıyor, gerçek bir münzevi. Defalarca kendisiyle görüşme fırsatım oldu, o kadar güzel bir insan ki anlatmak mümkün değil. Yolunuz düşerse bi ziyaret edin derim. Oradan da Dumanlı Dağı'ndaki İmece Evi'ne geçersiniz, tam olur.

2 Ağustos 2015 Pazar

Dumanlı Dağı'ndaki İmece Evi

İzmir Dumanlı Dağı'nın tepesinde 4 yıldır vahşi bir hayat süren 4 kişiyle tanıştım bugün. İmece Evi adında bir girişim başlatmışlar. Aynı zamanda doğal yaşam aktivistliği yapıyorlar. Derme çatma, kulübe gibi evler yapmışlar, samanlı balçık çamurundan.

Ekolojik hayatı savunuyorlar, herşey doğal. İlk insanların hayatına oldukça benzer. Elektrik ihtiyaçları için güneş enerjisi sistemi kurmuşlar, zaten birkaç ampul, bilgisayar ve radyodan başka pek elektriğe ihtiyaç duymuyor gibiler. Çiftçilik yapıp olabildiğince herşeyi kendileri yetiştiriyorlar. Çoçukları bile var; civardaki bir köy okuluna gidiyor, taşımalı eğitim. Dedim ki neden okula gönderiyorsunuz, hiç göndermeyin. Biz de öyle düşünüyoruz, ama burada oynayacak başka çocuk yok dediler. Kısmen haklı bir gerekçe sanırım.

Bisikletle gittim oraya kadar. Gelirken bisiklet bozuldu, elimde getirinceye kadar biraz perişan oldum, hele yolda bana su veren bir çobana rastgelmeseydim susuzluktan kırılabilirdim. Bisikletin frenleri bozulunca yol uzun sürdü çünkü. Ama değdi tabii. Çok hoş sohbet ettik. Otostopla dünyayı gezme sanatının inceliklerini anlattılar. Dağ başında hemen herşey doğal nasıl yaşanır, onu öğrendim.

Avrupa'da, özellikle zengin Baltık ülkelerinde bu gibi küçük komün hayatı süren epeyce kişinin olduğunu biliyorum. Almanya'da Yeşiller Partisi'nin popülaritesi ve Bundesrat'taki vekil sayısı gittikçe artıyor. Greenpeace, yeşil komüniteryanizm, anti-kapitalizm, sistem karşıtı, uzakdoğu din ve kültürleri (özellikle Budizm), astroloji, doğal sağlıklı kalma yöntemleri bağlantılı veya onlardan mülhem hareketler. Dumanlı Dağı'ndaki İmece Evi de aynı konseptte. Tabii Türkiye'de bu gibi oluşumlar hâlâ nadirattan. Zaten o nedenle ilginç. Sanırım insanın karşı karşıya kaldığı her farklılık ondaki zihinsel fay tabakalarının yumuşaması açısından faydalı. Her farklılık dünyaya bakışımızdaki ünsiyeti kırıyor. Farklı bir şeyle, özellikle farklı bir insan ile karşı karşıya gelişte küçük bir zihinsel deprem yaşamaz mıyız? Hakikatperest olanlar için tabii. Mucize getirsen iflah olmayacaklar bir kenara.

Çocuğunuzun böyle bir yerde büyüdüğünü düşünsenize. Ivan Illich'in okulsuz toplum fikrine katılıyorum ve Pink Floyd gibi we don't need no education diyorum. Nasip olurda çocuğum olursa ilkokula göndermeyi de düşünmüyorum. Sadece lise ve üniversite yeter. İlkokul eğitimini ben vericem. Zaten ne öğreniyoruz ki ilkokulda; biraz matematik, biraz fen, başka? 8 yılda bu kadarcık bilgi kazanımına öğretim mi denir? Mısır'da 5-6 yaşında hafızlarla karşılaşmak işten bile değil diyorlar. İbni Teymiye'nin 20 yaşındayken epeyce eseri vardı: Kanımca zorunlu ilkokul eğitimi uysal vatandaş yetiştirme aracından başka birşey değil. Özellikle Türkiye'de, ama aynı zamanda dünyanın diğer ülkelerinde de.

Eskiden beri hayallerimden ikisi şu: bir, dünyayı gezmek. Şimdiye kadar Akdeniz haricinde Türkiye'nin her bölgesini gezdim, ama her şehri değil tabii. Yine de 30 olmuştur herhalde gezdiğim şehir sayısı. Avrupa'nın ise hemen her ülkesinden bir iki şehri gezdim. Diğeri ise, Allah ömür verirse, 40 yaşımdan sonra sakin bir kasabaya bir süreliğine yerleşerek ortamı kurup kitaplara gömülmek. Bir süreliğine diyorum, çünkü başka yapmayı düşündüklerim de var. Eskiden temelli yerleşicem inşallah diyordum, ama zamanla galiba daha gerçekçi bir pozisyona geldim. 

Hasılı kelam, bu imece evi'ni ziyaret etmenizi tavsiye edebilirim. www.imeceevi.org şeklinde bir internet siteleri var ama domaini bitmiş, yakında tekrar domain alacaklarmış. O nedenle gerekli bilgilere şimdilik şuradan ulaşabilirsiniz:

https://www.facebook.com/imeceevi?fref=ts













16 Temmuz 2015 Perşembe

Zamanın insan bilincinde bıraktığı tuhaf his üzerine

Lisede bir arkadaşımla zamanın varolup olmadığı üzerine tartışmıştık.

Ben varolmadığını, zamanın bir yanılsamadan ibaret olduğunu savunuyordum, o günlerde okuduğum psikoloji üzerine bir kitabından etkilenmiştim. Arkadaşım varolduğunu iddia ediyordu ve bir müddet sonra kutsal kitaplardan örnek verdi. "Asra andolsun." gibi bazı Kuran ayetleri gösterdi. Ben de o anda varolduğunu kabul ettim.

Benim asıl derdim şuydu: Bir gün de geçse, bir yıl da, on yıl veya elli yıl da geçse geçen bu zamanın insan bilincinde bıraktığı his hep aynı oluyordu: sanki bir an veya birkaç gün geçmiş gibi geliyordu.  Yani 25 yaşındaki bir gence veya 40 yaşındaki bir kadına veya 90'lık dedeye sorsanız, hepsi sanki zamanın bir anda veya birkaç günde geçmiş gibi "his"sediyorlardı. Birçok yaşlıyla hususi bu konuyu konuşmuştum o zamanlar.

O günden bugüne epey zaman (?) geçse de bu hissin mahiyetini ve buradaki aldatıcılığı hala çözebilmiş değilim.

Ziya Paşa gibi,

"Çözemediler bu lügatın sırrını kimse,
 Ne kafile geçti hukemâdan fuzalâdan"

demekten başka çare yok gibi, şimdilik.

Ramazan nasıl birden geçti diye düşününce aklıma bu hatıram geldi.

5 Temmuz 2015 Pazar

Türkiye'de Anormallik Üzerine

Türkiye'de neden çok fazla anormal insan var?

İlginç bir soru değil mi? Ama laf olsun diye sormadım, ciddiyim, Türkiye'de çok fazla anormal insan olduğunu düşünüyorum. Peki neden Türkiye'de çok fazla "anormal" insan var?

Aslında cevabı çok basit: çünkü Türkiye'de çok fazla sosyal norm var. Hayatın her alanında o kadar çok norm var ki, bazı insanlar ister istemez bu normlara uyamıyorlar veya uymuyorlar; bu nedenle anormal hale geliyorlar. Aslında başlıktaki sorunun bir anlam ifade etmesi de, bu ethosun içinde mümkün. Mesela "Why are there a lot of anormal people in America?" diye sormuş olsaydım bu soru pek bir anlam ifade etmezdi, çünkü sanırım Amerika'da sosyal norm Türkiye'dekinden çok daha az.

Foucault, yazılarının derlendiği Dits et Ecrits adlı kitap dizilerinden birisinde, Amerika'da, eğer Amerika'ya daha önce gelseydim buradan gitmek istemez, burada yaşamak isterdim, diyor. Sebebini ise Amerika'da yabancı olarak yaşamanın daha kolay, hatta düpedüz "mümkün" olmasına bağlıyor. Amerika'da nerdeyse herkes yabancı, herkes göçmen. Subhanallah dedim. Adama Fransa'nın entellektüel ortamındaki özgürlükler yetmemiş. Bizim cennet vatanımızda yaşasaydı acaba ne derdi diye düşündüm. Tabi Türkiye'de Foucault çapında bir herşeyi-sorgulayıcı'nın çıkması epeyce zor olduğu için benim bu spekülasyonum biraz anlamsız. (Serdar Kaya'yı zikretmezsem haksızlık etmiş olurum. Kemalizmden başlayarak kolektivizme oradan Sünniliğe varıncaya değin epey yapıyı kurcaladı. Ama bu betonarme yapıları sökmek için ne dozerler lazım kimbilir).

Bir de Foucault'nun Abnormal isimli bir College de France dersleri derlemesi var. Henüz okumadım ama biraz inceledim. O da aynı konuyla ilgileniyor gibi.

Bu düşünceler, yoğun Foucault okumaları yaptıktan sonra sıkça aklıma gelmeye başladı. Etrafımda birilerinin birşeyleri sürekli "anormal, garip, tuhaf vs." görüp sırf bu yüzden tasvip etmediklerini farketmeye başladım. Büyük oranda Foucault'nun etkisiyle şahsen bana artık neredeyse hiçbirşey anormal gözükmüyor, beni rahatsız etmiyor. Birisinin konuşma veya gülme şekli (kıro Türkçesi?), yürüyüş tarzı (süklüm püklüm?), giyim zevki vs gibi neredeyse hiçbir şey beni rahatsız etmiyor. Bunu şu nedenle söylüyorum: Maalesef Türkiye'de pek çok insan başkalarında "anormal" buldukları bazı şeylerden rahatsız olup farkında bile olmadan hoşgörüsüzce bir tavır içine giriyorlar. İşin kötüsü, bakışların sosyal normlarca önceden programlanmış olması sonucu, bu olumsuz tavırların kendiliğinden ve farkına varılmadan ortaya çıkıp verilen her küçük hükmü olumsuzca ve haksızca etkilemesi.

Ancak bunlar tamamen kuralsızlığı önerdiğim anlamına gelmiyor. Ben nacizane kendim için İslam'ın gerekliliklerini kural edinmeye ve bunlara elimden geldiğince uymaya çalışıyorum. Bunun dışında sosyal kurallardan İslama aykırı olmayanlara kendime ve kişilik imajıma zarar gelmeyecek kadar uyuyorum ama bunlara hiç uymayanları da neredeyse asla yadırgamıyorum.

Bununla bağlantılı bir husus daha var. (Aklıma geldikçe bu düşünceleri düzensiz bir şekilde yazıya döktüğüm için sanrılar gibi oldu, kusura bakılmasın.) Türkiye'de hayatın her alanında nerdeyse herşeyin bir usûlü var ve bu usullerin çoğu gerçekten nezaket ve zerafet sebebiyle izlenen usuller olmaktan uzak. Böyle gelmiş böyle gidiyor hesabı. Bizde meşhur sözdür; "Usul esastan öncedir." Bu cümle eğer usûlün de belli bir esasın tezahürü olduğunu kasden söylenmiyorsa, dünyada, bence, bundan daha ahmakça çok az söz vardır.

Bir de Foucault'ya sosyalist, anarşist vs. gibi sıfatlar takarlar. Sanırım Foucault herşeyden önce ateşli bir özgürlükçü; tam anlamıyla kâmil bir liberal olmasa da. Tarihin ve toplumun insan üzerindeki baskısını bu derece güçlü bir şekilde hafifleten başka kim var?

Sonsöz yine Foucault'dan olsun: "Benim rolüm, insanlara, kendilerini zannettiklerinden daha özgür olduklarını göstermek."

13 Mayıs 2015 Çarşamba

"Ötekileştirme" kelimesinin İngilizcesi neden yok? (Ufak bir zihniyet çözümlemesi)

Evde akşam yemeği yerken aynı zamanda akşam haberlerini seyrediyordum. Ali Bardakoğlu bir yerde konuşma yapmış; konuşmasında "ötekileştirme" kelimesini kullanıyor birkaç kez. Daha önceden, herkes gibi, bu kelimeyi sıklıkla duymuş birisiyim. Ama nedenini bilmediğim bir hisle pek kullanmazdım. (Engellilere su şişesi kapağı karşılığında tekerlekli sandalye vereceklerini söyleyenlerin sokaklara astıkları şişe torbalarına hiçbir kapak atmamamla aynı his.) Önceden düşünmüştüm, bu kelimenin İngilizcesi ne acaba diye. Aklıma tam bir karşılık gelmemişti. Epeyce önemli bir kelime gibi duruyor değil mi? Öyleyse neden İngilizcesi olmasındı ki? Bardakoğlu ötekileştirme deyince birden aklıma geliverdi: Bu kelimenin İngilizcesi yok ve olmamasının sebebi de pek manidar. Şöyle ki:

Öteki olmak aslında kötü birşey değildir. Zaten herkes birbirinin az ya da çok ötekisidir. Yani Türkiye'de Aleviler, Sünniler'in; Kemalistler, dindarların, hatta Konyalılar da İzmirlilerin çoğunun  ötekisidir ve bu kötü, olumsuz bir durum da değildir. Dünyanın her tarafında bu böyle zaten. Bir toplumda birileri başkalarının ötekisi olabilir ve olur. Eğer "öteki"nin karşısında "biz" varsa, herkesin "biz"in içinde olması beklenemez.

Ötekileştirme kelimesi aynı zamanda olumsuz bir çağrışıma sahip. Bu çağrışım, kabileci / cemaatçi kültürümüzü ne kadar da iyi yansıtıyor. Herkes bizden olmak zorundaymış gibi, bizden olmama anlamına gelen kelimeden türetilen bir kelimenin olumsuz bir çağrışımla yüklü olması, Türkiyedeki halkların zihniyetine dair önemli bir ipucu.

Evet, şimdi, neden İngilizcesi yok bu kelimenin? Çünkü İngilizcede böyle bir kelimeye ihtiyaç yok. Batı ülkelerinde ve aslında dünyanın hemen her yerinde zaten hemen hemen herkes birbirinin ötekisi olduğu için, ya da herhangi bir "biz"in zaten birçok "öteki"si mevcut olduğu için "ötekileştirme" gibi bir kelimeye ihtiyaç yok. Herkesin insan olduğu yerde bazılarının "insanlaştırıldığını" söyleyip hayıflanırsanız, aslında hiçbir şey söylememiş, boş konuşmuş olursunuz. O zaman neden "öteki"lerin (zaten öteki olanların) ötekileştirildiğini söyleyerek hayıflanıyoruz? (Ali Bardakoğlu öyle yapıyordu. Kelimenin çağrışımı da zaten öyle.)

Mesele birçok "öteki"nin birlikte yaşayabilmesi meselesidir ve bunun teorisi de demokrasidir. bir sürü öteki, birbirlerinin haklarını ihlal etmeden, belirlenen oyunun kuralları içerisinde, her birisi kendisinin efendisi olarak yaşarlar. Batı toplumları bunu çözeli beri epey oldu; bizim de önümüzde bekleyen en önemli sosyal meselelerden birisi bu. Yakın gelecekte çözülecek gibi de gözükmüyor.

Google translate'ten "ötekileştirme" kelimesini çevirttirdiğinizde karşınıza "othering" çıkar. Othering İngilizce'de ötekileştirme kadar çok kullanılmayan, hatta ondan çok çok az kulanılan, Türkçedeki ötekileştirmenin tam karşılığı olmayan bir kelime. Türkçedeki ötekileştirme kelimesi yerine İngilizcede demonisation (şeytanlaştırma) kullanılır. Bu hakikaten kullanışlı bir kelime, çünkü kötücülleştirmeye işaret ediyor.

Kısacası ötekileştirme kelimesini sosyal bilimlerde bu kadar sık kullanmayı bırakmalı, bunun hal-i hazırdaki kastettiği anlamın içinin boş olduğunu farketmeli ve bunu psikologların sınırlı kullanım alanına bırakmalıyız. Şeytanlaştırma kelimesi, ötekileştirmenin yerine geçmelidir. 

2 Nisan 2015 Perşembe

Kelimeler Üzerinden Türkiye Zihniyet Tahlili (2): "Devlet"

Bizim siyasi kültürümüzde, malumunuz, devlet yüce bir varlık olarak resmedilir. Devlet baba, devlet ana gibi kelimelerimiz vardır. Bunlar pek bilindik şeyler zaten, geçiyorum.

Bir ortamda Doğu Ergil'den duymuştum: İngilizce'de devlet kelimesi oldukça az kullanılır diye. Hakikaten de öyle. Mesela British State diye birşey duyar mıyız hiç? Onun yerine British Government denilir. İlginç bir durum. Bazen de Commonwealth kelimesini kullanırlar. Bu kelimeler, Türkçe'deki gibi herhangi bir medihkâr çağrışım içermez. Teknik terimlerden ibarettir.

Peki neden böyle? Neden Anglosakson ve bir miktar diğer Avrupa ülkelerinin kültürlerinde "devlet", kendisine karşı saygı duymaktan ve övmekten ziyade, tedbir gösterilen, dikkatli olunan bir yapı iken, Türkiye'de övülen bir kurumdur? Ya Araplar? Onlarda henüz devlet geleneği oluşmadı diye klişe cümlemiz vardır değil mi? Ama hakikaten de öyle. Kabileciliğin en yaygın olduğu yerlerde, Libya ve Yemen'de, Arap Baharı sonrası tiranlar yıkıldıktan sonra tüm kabileler tüm kabilelere karşı, daha büyük ölçüde de mezhepler birbirine karşı savaşıyor. Bu, siyasi yapının, bir tiranın zoruyla ayakta kaldığına işaret eder. Mısır gibi nispeten milliyetçiliğin yaygın olduğu ve ortak bilincin geliştiği yerler farklı. Belki de milliyetçiliğin nadir faydalarından birisi bu; asabiyeti sağlaması. İbni Haldun'un evvel zamanda işaret ettiği gibi. Bazı İslamcı hareketlerin tahayyülünde ise, devlet, kafir düzen olarak görülüp şeytanlaştırılır. Türkiye'de çok az rastlanan bir durum. Yani devlet kelimesine yüklenilen anlamlar ve yaptığı çağrışım açısından Arap ülkeleri ile Türkiye arasında büyük fark var.

İlk soruya geri dönelim: Neden devlet kelimesine Türkiye ve Batıda bu denli farklı anlamlar yükleniliyor? Bilginin arkeolojisini yapıp devletin Türkiye halklarının muhayyilesinde edindiği efsunu dekonstrükte etmek gerektiğini düşünüyorum. Bilmiyorum, belki de yapılmıştır, pek sanmasam da. Elimde bitirilmesi gereken bir master tezi olduğu için aklıma gelen fikirleri, kısaysa twittera, uzunsa, pek araştırmadan, buraya not düşüyorum, o kadar.

İlk soruya geri dönüyorum tekrar. Neden?

Geçenlerde bir arkadaş bana, Hz. Muhammed'in Medine'de kurduğu siyasi yapıya devlet demenin doğru olmadığını, çünkü o siyasi, yapının, peygamberliğin verdiği güç ile kurulduğunu ve günümüzde devlet olarak adlandırdığımız siyasi yapılarda böyle bir şeyin asla söz konusu olmadığını söyledi. Bunun fevkalade önemli bir husus olduğunu düşünüyorum ve buna katılıyorum. Hz. Peygamber bence de Medine'de devlet kurmadı, bir siyasi örgütlenme tesis etti. O siyasi yapı, ancak ve ancak Hz. Peygamber öldükten sonra devlet olarak adlandırılabilir. Ebu Bekir'in en üst düzey yöneticisi olduğu siyasi yapı, halkının çoğunluğu müslüman olan ilk devlettir denilebilir.

Peki bu nokta neden bu kadar önemli?

Çünkü, Araplarda pek olmasa da, Türkiye müslümanlarının akıllarındaki yüce devlet kavramının başlangıç noktası burası. Hz. Peygamber'in kurduğu siyasi yapıya devlet denilince, devlet, mübarek bir yapı oluveriyor. Ardından gelen halifeler de Hz. Peygamber'e en yakın sahabeler. İyice mübarekleşiyor devlet mefhumu. Ne kadar o dönemde Ridde olayları gibi kanın gövdeyi olaylar olsa da Sünni tarih anlatısı bunların üstünde pek durmamış.

Bu mübarek devlet mefhumu, Selçuklu'yu bilmiyorum ama, Osmanlı'da da devam etmiş. Kanuni Sultan Süleyman, "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." derken aslında şecaat arzederken, afınıza sığınarak söyleyeyim, sirkatin söylemiş. Bir devletin, kendi halkının içinde muteber olması, bence, o halkın pısırıklığına işarettir. Girişkenlik yoksunu, herşeyi devletten bekleyen, korkak bir halk, devleti muteber görür diye düşünüyorum. La Boetie ve Machiavelli, kendi dönemlerinde Osmanlı devleti ve Osmanlı halkı hakkında bu konularda önemli ipuçları veriyorlar. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev'de La Boetie, Türklerin "eşekler gibi padişaha boyun eğdiklerini" söyler ve Osmanlıları, "sanki padişaha kulluk etmek için doğan" insanlara benzetir.

O dönemde Avrupa'da ya tiranî rejimler ya da siyasi karmaşa var iken, Osmanlı fetihten fetihe koşuyordu diyebilirsiniz. Ama toprak kazanmakla olmuyor iş. İcat ve bilimle oluyor genellikle. Viyana'ya kadar heryeri zaptetsek de, matbaa gibi harikulade bir cihazı 300 yıl geç bir şekilde memlekete aldığımızı unutmayalım. Nacizane kanaatim, asıl fetih, Macaristanı komple kapatmaktan ziyade, Machiavelli, Newton, Descartes, Hobbes, Locke gibilerin yaptıkları fetihtir. 500 yıldır dünya bu adamları okuyor. 500 yıldır kitapları okunan, din alimleri hariç Osmanlı düşünürü söyleyin? Anadolu'yu zaten Selçuklu ele geçirmişti. Osmanlı fethettiği yerden ne kaldı geriye? Hem İslam'ın önem verdiği şey insan kazanmaktır. Bakınız; Batı dünyası kendi kültürünü dünyanın her tarafında yaydı. Bilim sayesinde. Ya Osmanlı? Herkesi müslüman mı yaptı? Bu mesele epey uzun.

Fetih kelimesi üzerine de kafa yormak gerek. Fetih denilince aklımıza militarizm geldiği için. Kuran'daki fetih mefhumu ile bizim muhayyilemizdeki fetih kavramı çok farklı olabilir.

Konudan saptım, dönüyorum. Klasik liberalizmdeki, devletin zorunlu kötü olduğu argümanına katılıyorum. Devlet; yüce, baba, ana falan hiç değildir. Bu nedenle bu zorunlu kötüyü mümkün olduğunca küçültmeli. Devlet her türlü hastalığın kaynağıdır; yolsuzluk, adaletsizlik, hürriyetsizlik, kölelik vs. En iyi insanları başa getirelim, devlet onları dönüştürür; çünkü güç yozlaşır. Bununla ilgili olağanüstü bir Çin hikayesi var; burada yazmak zor, ama internetten sanırım bulunabilir. Mağarada canavara dönüşen bir gencin üzerine. Devletin faydası da var tabi, olmasa muhtemelen kurulmazdı zaten. Bunu yok saymıyorum.

Sonuç olarak, Türkiye Sünni muhayyilesindeki devletin efsununu yapıbozuma uğratmak lazım.




1 Nisan 2015 Çarşamba

Osmanlı Hürriyetperverliğinin Ölümü

Ben kendimi gittikçe Osmanlı hürriyetperver geleneğinin içinde görüyorum. İslam ile liberalizmi uzlaştırmaya çalışanların takipçisi olmaya çalışıyorum. Daha net bir ifadeyle, İslam'ın içinde gömülü bulunan siyasi liberalizmi ve kapitalizmi arayanların takipçisi. İslam'ın içinde gömülü dedim; çünkü tabiat kanunlarını (tekvinî emirleri) geniş anlamıyla İslam'ın içinde görüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim: serbest piyasa ekonomisi ile Fatiha suresini, İslam'ın iki farklı vechesi olarak görüyorum. İlki Allah'ın yaradılışa içkin kıldığı tabiat kanunlarının muktezası anlamında tekvinî bir ayet, ikincisi ise Allah'ın insana doğrudan, hazır olarak sunduğu teşriî ayetler. Bunu başka bir yazıda daha detaylıca açmayı düşünüyorum. Şimdilik bu kadar kalıversin.

Foucault'nun dediği gibi, bir gelenek, kendisinden sonra gelenlerin, o geleneği önce okuyup anlayarak, sonra kaldığı yerden tutup daha ileriye taşımasıyla gelişir.

Eskiden beri aklımı bir kurt gibi yiyen sorulardan birisidir: Osmanlı'nın son dönemindeki siyasi elitler ve entellektüeller neden Fransa'nın militer, kurucu rasyonalist, vülger pozitivist, antiklerik milliyetçiliğini ve totaliter cumhuriyetçiliğinden yoğun bir şekilde etkilendiler de, Britanya'nın din ile uyum içinde gelişmiş biliminden ve dine karşı hoşgörülü liberalizminden neredeyse hiç etkilenmediler? Yani kısaca, bu adamlar neden Rousseau okudular da Locke'a pek de dönüp bakmadılar?

Bu soruyu son olarak bir sempozyumda Marmara Üniversitesinden Behlül Özkan'a ve Princeton Üniversitesinden Şükrü Hanioğlu'na sordum. Özkan, sorunun zor olduğunu söyledi ve açıklayıcı bir cevap vermedi. Hanioğlu ise o dönemin Avrupası'nda Paris'in kültür başkenti olduğunu ve Said Halim Paşa, Prens Sabahattin gibi zevatın Anglosakson liberalizminden etkilendiklerini söyledi. Ama sanırım bu cevap tam olarak yeterli değil.

Bu sorunun fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum. Ama nedense yeterince önem gösterilmiyor gibi. Eğer bu geleneğin neden ve nerede koptuğunu anlayabilirsek, geleneği devam ettirme konusunda önümüzü daha iyi görebiliriz.

Azcık bir araştırmayla, henüz sadece bir hipotez niteliğinde olan şu sonuçlara ulaştım:

1) 16. yüzyılda Avrupa'yı kasıp kavuran Protestan reformunun hemen sonrasında, Kanuni Sultan Süleyman’ın Katolik Fransa kralıyla ittifak yapıp, Hristiyan alemindeki bölünmeyi kuvvetlendirmeye çalışması sonucu başlayan Fransa-Osmanlı yakınlaşması, Kapitülasyonların verilmesi ve Fransızların bu ticaret serbestisi sonucunda, Osmanlı topraklarında en çok girip çıkan Batılılardan olmaları.

2) Fransa, Almanya ve Avusturya'nın, İngiltere'ye göre Osmanlı açısından coğrafi yakınlığı.

3) Paris’in, dönemin kültür ve sanat başkenti olması ve Osmanlıların hayranlığını, Londra, Berlin, Viyana ve Roma’dan çok daha fazla üzerine çekmesi

4) Fransız pozitivisminin ve materyalizminin, Locke’cu liberalizmden daha kolay anlaşılır olması (çünkü daha çok indirgemeci)

5) Darwin ile beraber İngiliz entelektüel çevrelerinin dinden uzaklaşıp evrimci bir materyalizme kaymaları sonucu Locke’cu İngiliz geleneğinin gölgede kalması

Bu nedenlerden ötürü Osmanlı’da Anglosakson liberalizmi cenin halinde kalmış, yani aslında tam olarak teşekkül bile edememiş. Bazı öncü isimler yok değil. Mesela Prens Sabahattin. Hani şu ilkokul tarih kitaplarında batı hayranı olarak demonize edilen Prens Sabahattin. Bu zat, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurmuş. Terakki dergisini açarak siyasette desantralizasyonu, iktisatta ise bireysel girişimi savunarak devletçiliği eleştirmiş. Ama bu cemiyet İttihat Terakki ile sorunlar yaşamış ve kısa süre sonra İttihat Terakki galip gelip bu fikirleri eritmiş.

Aslında o dönemde herkes hürriyetçi. Malum, herkes Abdulhamit’i eleştirerek meşrutiyeti savunuyor. Mehmet Akif, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Paşa, Said Nursi, Mahmut Paşa, Enver-Cemal-Talat üçlüsü, bunların ardılı Kemal Paşa, hemen hepsi..  Namık Kemal’in hürriyet üstüne kasideler düzdüğü yıllar. Ne efsunkâr imişsin ah ey dîdâr-ı hürriyyet, Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten, dediği zamanlar. Ama hürriyetten anladıkları darbe ile padişah devirip meclis açmaktan öte değil. Nitekim Bab-ı Âli baskınından sonra Abdulhamit’e rahmet okutmuşlar. Ama en azından, yine de, II. Meşrutiyette Ahrar Fırkası falan var. Epeyce çoğulcu bir ortam. Ama maalesef 1. Dünya Savaşı ile beraber 1923 darbesine giden yol açılıyor.

Buradaki talihsizliklerden bir tanesi de Kemal Paşa’nın müthiş zekası ve machiavelistliği ile iktidarı eline geçirebilmesi. Osmanlı’nın son döneminde onca Avrupa başkenti gezmiş, 4-5 yabancı dil bilen o kadar kültürlü nazır, elçi, hariciye katibi falan varken, Vahdettin’in arkasına takılıp sadece militarist, devletçi Almanya’yı gören, Avrupa bilgisi bundan ibaret olan, sadece Fransızca bilen, kültürsüz birisinin siyasi iktidarı eline geçirebilmesi büyük talihsizlik.

Zaten sonrası malum. Memlekette nefes alacak hava kalmamış. Akif kendini Mısır'a atmış. Nursi hapishaneler dolaşmış. Hürriyet mi? Ne hürriyeti!

Keşke Kemal Paşa; Rousseau, Renan ve Comte okuyacağına, Locke, Smith ve Hume okumuş olsaydı.  

Sırasıyla Kemalci faşizm, 50'lerin Amerikan Demokrasiciliği, 60'ların sosyalizm dalgası, 80'lerin İslamcılık dalgası. Bereket, 1992'de, neredeyse 70 yıl aradan sonra yeni bir hürriyetçi gelenek başlamış: Liberal Düşünce Topluluğu. Ama büyük ölçüde farklı bir damardan. Osmanlı gibi İslam ile hürriyetçi gelenekleri meczetmekten ziyade Hayekyan geleneği takip ederek, seküler liberal fikirlerle. Nacizane kanaatim, ikisi de aynı kapıya çıkıyor ama Türkiye toplumlarının kabul edip, benimseyeceği gelenek Osmanlı'da kesilen gelenektir. Günümüzde onu takip ettiren benim bildiğim sadece birkaç kişiden ibaret. En önde gelen kişi Mustafa Akyol. 

Hasılı, cılız da olsa Osmanlı'da hürriyetperver bir gelenek var. Bunun izlerini detaylı bir şekilde sürmek, argümanlarını iyice öğrenmek ve geliştirmek lazım. Bu, romantik bir Osmanlıcılık hiç değildir, gayet pratik bir kaygı ile birlikte yaşamanın yollarını aramaktan ibarettir. Artık Osmanlı olmaktan epeyce uzağız, ama o dönemdeki gibi hala halkın çoğunluğu müslüman. Bu geleneği sürdürmemiz gerek.







24 Mart 2015 Salı

Güçlü birey yetiştirme üzerine..

Akşam otobüste bir konferanstan eve gelirken otobüsün içinde el ele tutuşmuş iki çocuk gördüm. Muhtemelen abi-kardeş. Birisi takriben 8, diğeri de 6-7 yaşlarında. Sırtlarında birer okul çantası, belli ki okuldan eve geliyorlar.

Bu kadar küçük çocukların Türkiye'de yalnız görülmeleri, hele de bir halk otobüsünde şehrin bir yerinden başka bir yerine gitmeleri alışıldık bir görüntü değil.

Geçenlerde bir araştırma görevlisi arkadaşla birlikte sohbet ederken Litvanya'da 6 yaşında bir çocuğun her gün 5 km'lik mesafedeki okuluna bisikletle gidip geldiğine şahit olduğunu söylemişti. Ben de Avrupa'nın farklı yerlerinde benzer şeylere tanıklık ettim.

Otobüsteki bu iki küçük çocuğu izleyince aklıma birkaç düşünce geldi. Bizim memlekette çocuk yetiştirme kültürünün çok problemli olduğunu düşünüyorum. Benim tanıdığım hiçbir aile, mesela, 6 yaşındaki çocuğunun 5 km'lik okuluna bisikletle veya yürüyerek gitmesine izin vermez, ya servisle veya kendi aracıyla götürür; sizin de malumunuzdur. Neden? Çocuğun bedeni zarar görmesin. Eyvallah, ama ya kişiliği? Çocuğun bedeni zarar görmesin derken kişiliğini öldürmüyor muyuz?

Güzel ülkemizde bedeni sağlam pek çok insan var, ancak oldukça da etkisiz bir toplum değil miyiz? Şöyle ki; 80 milyon kişilik ülkeyiz ama dünyadaki birçok daha az sayıdaki toplumdan birçok alanda çok çok daha az etkiliyiz.

Ucuz laf söylemeyeyim. Sadede geleyim: Bırakın çocuğunuz, tabi ki şer'an meşru dairede, herşeyini kendi halletmesini öğrensin. 5 km'lik okula giderken araba çarpıp bir tarafı zarar görecekse de, etkisiz ve kişiliği zayıf birisi olacağına, varsın bedeni zarar görsün. Hiç olmadı bir tane daha çocuk yaparsınız. Zaten 7-8 yaşından sonra bedenî tehlike de kalmaz. Hem de siz rahat edersiniz; böyle çocuk bakması kolay olur çünkü.

6 yaşındaki bir çocuk her gün 5 km okula git-gel yapıyorsa bu çocuktan büyüyünce neler olmaz değil mi? Böyle birisi ekmeğini taştan çıkarır alimallah. Yolda düşüp sakat kalsa bile, muhtemelen, sağlam 100 adamdan daha nüfuzlu bir birey yetişir.

Son olarak, ilginçtir, John Locke'un Eğitim Üzerine Düşünceler isimli bir kitabı var. Bence her anne-babanın kesinlikle okuması gereken bir eser. Locke hiç evlenmemiş, dolayısıyla çocuğu da hiç olmamış, ama yine de fevkalade kitap.

Sonsöz: Çocuğunuza mümkün olan en az müdahaleyi yapınız. Bırakınız, kendi halinde büyüsün.

22 Mart 2015 Pazar

Kelimeler Üzerinden Türk Zihniyeti Tahlili (1): "İhanet"

Foucault'nun dediği gibi, her kelime yüklüdür. Kimisinin sırtında güç vardır, kimisi her telaffuz edildiğinde, tek başına söylense bile, kendi anlamından daha fazlasını ifade eder, zihnimizin derinliklerinde bir şeyleri pekiştirir. Söylenen ile görülen arasında hep bir mücadele vardır.

"İhanet" kelimesi neyle yüklü?

Öncelikle kolektivizmle yüklüdür. İhanet, bir kişinin bir başkasına veya bir gruba karşı yaptığı sırttan vurma eylemidir. Bizim siyasi lügatımızda genelde bir azınlığın veya bir bireyin, bir grubu arkadan vurmasını veya ondan basitçe ayrılmasını kasteder. Bu ayrılışın ise, hemen her zaman kötü bir fiil olduğu önkabulü vardır, ki bu sayede, bu gibi ayrılışlara ihanet adı takılabilir. Dolayısıyla ihanet kelimesinin ilk yükü, "Gruptan kopmak kötüdür." Vıcık vıcık kolektivizm. Bireyselliğin gizlice ezilmesi.

İkinci olarak farklılık eleştirisi yüklüdür, ki bu, zaten, ilk yükle de bağlantılı. Farklı olmanın hain olmaya yakın olduğu bir sosyo-politik iklimde ihanet kelimesi fevkalade kullanışlıdır. Bu memlekette bir zaman sosyalizm bir farklılıktı, insanlar alışıncaya dek, sosyalistler ihanetle suçlandı. Liberalizm ise hala bir farklılık; şüphe uyandırıyor. O nedenle, insanlar bu "farklılığa" da alışıncaya dek, liberaller ihanetle suçlanmaya devam edecek, maalesef.

Son olarak güç-sevgisi, dolayısıyla ben-sevgisi ile yüklü. Neden birisinin size "ihanet" etmesini istemezsiniz? Azalmamak için. Neden azalmamak istersiniz? Güçlü olmak için. Birileri sizden fikren ayrıldığında onu ihanetle suçlayacak derecede gücü neden seversiniz? Kendinizi çok sevdiğiniz için.

Dolayısıyla, fikrî bir farklılığı ihanetle suçlayan kişi:
1) Kolektivisttir.
2) Tahammülsüzdür.
3) Kendisini haketmediği kadar çok sevmektedir.

Yine dolayısıyla, "ihanet" kelimesi siyasî bağlamda hemen her telaffuz edildiğinde;

1) Kolektiviteyi yüceltir, bireyi ezer.
2) Aynılığı yüceltir, farklılığı ezer.
3) Güç-sevgisini ve ben-sevgisini (epeyce gizlice) yüceltir, diğergamlığı ve alçakgönüllülüğü (epeyce gizlice) ezer.

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Ege Şive Sözlüğü Denemesi

Ege şivesi, malum, sıcaktır. Kulağa hoş gelir. Son zamanlarda Dondurmam Gaymak, Yeşil Deniz gibi tv yapımları ile meşhur da oldu. Hazır ben de İzmir, Menemenliyken, Ege şivesinin aklıma gelen bazı kelime, tamlama, deyim ve atasözlerini yazıvereyim dedim.

Bu düşünce aslında aklımda çoktan beri vardı. Sevan Nişanyan'ın Türkiye yer isimleri sözlüğü yapma fikri var; hapishanede yapabilir mi bilmem gerçi. Biraz oradan ilham aldım. Bir de, bence herkes şiveler mevzusunda eteğindekileri dökmelidir. Çünkü şive kelimeleri hızla yokolup gidiyorlar, hızla modernleşiyoruz ya. İnşallah dilbilimcilerimiz ve antropologlarımız bu işe de bi el atarlar.

İlk yazışımda argo ve küfür kabilinden olanları da yazmıştım ama bir arkadaş tepki gösterdi. E unutulsun mu bu kelimeler dedim. Unutulabilir. Nasıl olsa kötü kelimeler di mi? O nedenle onları sildim.

Katkılarınızla zenginleşmesini umuyorum. İşte benim eteğimdeki taşlar:

-- ayyoo!: genelde kadınların kullandığı ayyy gibi bir ünlem.
-- ay: kadınların birbirlerine hitap tarzı, arkadaş, ahbap (ünlem olan 'ay' değil). bkz: "karşı"
-- çingil: küçük üzüm salkımı.
-- fatmak: (karpuz vs. gibi şeyleri) kırmak, parçalamak.
-- çocuğumuz!: tanıdık ve yaşça küçük birine karşı hitap tarzı.
-- gidişmek: kaşınmak.
-- gidişken: çok kaşınan
-- ippoo!: eyvah anlamına gelen ünlem
-- karşı: kadınların birbirlerine karşı hitap ifadesi, arkadaş, ahbap, bkz: "ay"
-- günü gelesice: bir çeşit beddua
-- kör olasıca: en fenalarından bir beddua
-- garkolasıca: bir çeşit beddua (garkolmak=boğulmak'tan geliyor)
-- yanşamak: konuşmak, anlatmak (bu fiil Orta Asya Türkî dillerde de aynı anlamda kullanılmaktadır)
-- zerem: 'zira' kelimesinin Egecesi
-- debzek: galiba 'zevzek' kelimesinin Egecesi, ama sakar, serseri anlamında
-- olmaz olasıca: bir çeşit beddua
-- gavur çanağı gibi kapanmak: yüzü aşağı doğru uyumak
-- negerek: abur cubur
-- ünlemek: çağırmak, bağırmak, seslenmek
-- yavrumuz: yaşlıların tanıdığı ve sevdiği kişilere karşı kullandkları bir hitap tarzı
-- köküne kıran giresice: bir çeşit beddua
-- gayrı (ya da gâri): 'artık' anlamına gelen bir edat
-- sarı aşı (ya da saraşı): genelde bir cenazenin ardından hayır olarak dağıtılan, koyu sarı renkte tatlı bir yiyecek (sonradan öğrendim, zâde de denirmiş)
-- paldumsuz: sakar
-- şipidek: terlik
--  deyimbirpatırtı: küçük, kolay, hafif gibi sıfatlar yerine kullanılan en ilginç Egece kelimelerden biri
-- belenağarı: 'deyimbirpatırtı' ile aynı anlamda, küçük, kolay, hafif gibi azlık belirten sıfatlar yerine kullanılır
-- usullencik: sessizce
-- usul: sessiz (galiba akıl anlamına gelen eski Türkçe'deki us kelimesinden geliyor)
-- kahpe nalı: sevilen birine karşı kullanılan bir hitap tarzı
-- sehelcik: küçücük ('kolay' anlamına gelen Arapça 'sehl' kelimesinden türetilme)
-- Şinasi şu senin son şansın: bir tekerleme, İzmir'den başka hiçbir yerde duymadım.
-- sadeç (ya da saç): erkeklerin birbirlerine karşı 'arkadaş, ahbap' anlamında kullandıkları hitap tarzı
-- zipletmek: arının sokması
-- yavuz: İzmirce de 'güzel' demek.
-- şatır: genelde bebekler için kullanılan, şirin anlamına gelen kelime
-- uğur ola: hoşçakal, elveda (en sevdiğim kelimelerden birisi)
-- dabırtmak: kışkırtmak, dellendirmek
-- Almayacağın pekmezin içine su katmak.: Sonuca bağlamayacağı bir işle ilgilenmek.
-- Pabucun goncuna kızın gencine bak: Atasözü. Anlamı belli.
-- Oha dedikçe köken içine gitmek: Yapma dedikçe inadına yapmak anlamında bir deyim.
-- Al yakışırken el bakışırken Allah canımızı alsın.: Aşırı yaşlanıp yatağa düşmeden ölmek istemenin ifadesi bir deyim.
-- Kız anası minder ağası, oğlan anası kapı söğesi.: Kızların annesinin itibar gördüğünü, erkeklerin annesinin itibar görmediğini ifade eden bir atasözü.
-- bulup bulumsuramak: elindekini beğenmemek anlamında oldukça orijinal bir deyim
-- yemen tiryakisi: çok kahve içenler için kullanılan deyim.
-- arabın avanağı gibi gözünü ağartmak: Bir şey yapılıyorken geride durmak anlamında bir deyim.
-- şeytanın imam evinden kaçtığı gibi: hızla, süratle anlamına gelen bir deyim
--  çingenenin karı boşadığı vakit: akşam vakti (bir işi olmayacak bir vakitte yapmayı eleştirmek için kullanılır)
-- tömbültekerlek: tepetaklak
-- tırsak: çok korkak, çok tırsan.
-- kuru gamit: çok zayıf kişiler için kullanılır.
-- par par parlamak: yakmak, kavurmak (mesele kolonyanın bir yarayı yakması, parlaması)
-- yüreği ılım ılım ılımak: yüreği acımak, merhamer hissetmek
-- Kazın yavrusu güzün sayılır: Bir atasözü, anlamını hatırlayamadım. Galiba bir şeyi doğru zamanda yapmanın önemine işaret ediyor.
-- yepilemek (ya da lepilemek): (hamur vs.) açmak.
-- gavata: küçük plastik kap (Kelime yunancada çanak, tabak anlamına geliyor, Yunanca bir sözlüğü karıştırırken rastlamış ve şok olmuştum, bingo!!)
-- ekmeğin kaymağa bulaşması: sözkonus şeyin epeyce hallolması, yapılması vs.
-- kırca kırca kar yağmak: lapa lapa kar yağmak
-- dımzık: çok yemek seçen veya çok titiz kimseler için kullanılır
-- bir şeyi karnına katmak: bir şey hususunda içi rahat etmek

Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Rastladıkça bu listeyi uzatmayı düşünüyorum. Anadolu şiveleri sözlüğü gibi bir eser yazılsa aslında, ne güzel olur.

20 Mart 2015 eklemesi: Bir arkadaş mesaj gönderip bazı yeni kelimeler söyledi. İşte onlar:

-- gülüm: yaşta küçük çocuklara karşı kullanılan bir sevgi hitabı
-- terlik: özellikle yaşlı ve evli kadınların sokağa çıkarken büründükleri bütün vücudu kaplayan genellikle siyah örtü, çarşaf, neredeyse sadece köylerde kullanılır olmuştur.
-- kuyma: fırında pişirilen bir börek türü
-- sepet atmak: çocukların köylerde bir evin kapısını çalıp, önüne sepet bırakarak kaçması oyunu. Amaç, hem saklambaç oynayıp, hem de sepetin içine konulacak yiyecekleri ev sahibine görünmeden almaktır.
-- şebek çıkarmak: düğün, sünnet düğünü gibi merasimlerde genelde düğün sahibinin akraba veya tanıdıklarından olan bir veya birkaç erkeğin, kadın kılığına girerek oynaması sonucu oluşan güldürü
-- çelik çomak: terlikler ve ayakkabılar ile oynanan bir çeşit çocuk oyunu
-- ortada sıçan: yakar top oyununun İzmir'cesi
-- katır gibi olmak: güçlü veya inatçı olmak
-- Taş gibi yatayım, kuş gibi kalkayım: Yaşlıların çocuklara öğrettikleri yatarken edilen bir dua
-- karnı geniş olmak: pimpiriki olmamak
-- kurk: civcivleri olan anne tavuk
-- ineğin boşanması: evli ineğin eşinden ayrılması (şaka şaka, öyle şey olur mu hiç:) İneğin ipini koparıp kaçması demek. Ege tv'yi kurban bayramında izleyin, duyarsınız:)
-- tutmaç: hamurdan yapılan ev makarnası çorbası

20 Mart 2015 akşam eklemesi (Eklemeyi yapan Cahilcühela'ya teşekkür):

-- enkire: şuraya anlamında bir işaret edatı
-- pek dayı: çok güzel, çok hoş anlamında bir ifade
-- viri: Afyon taraflarında 'hadi ya' manasında bir şaşırma ünlemi
-- Şap gadanak: şap diye olan, aniden olan manasında bir ifade
-- gevrek: simit (nasıl da unutmuşum)
-- çiğdem: ayçiçeği çekirdeği, çekirdek
-- boyoz: küçük yuvarlak poğaça (İspanyol yahudicesinden geliyor. İspanyollar Reconquista ile İberya'yı tekrar ele geçirince Yahudiler soluğu Anadolu'da almış. Boyoz, eskiden bolloz yazılırmış, ama boyoz okunur. Sevilla yazılıp Seviya okunması gibi. Literal anlamı yuvarlak, top. İngilizce ball kelimesi ile aynı kökten. İzmirde artık bir avuç yahudi kaldıysa da, boyoz herkesin sevdiği bir kahvaltılık.)

7 Nisan eklemesi:

-- ündürge veya üngürdü: (Ödemiş taraflarında) işte buraya, şurada.

2 Haziran eklemesi:

-- hurdeşene karmak: merak ederek evham yapmak.
-- güvey: damat
-- Güvenme dayına, ekmek al yanına. (Anlamı belli. Toplumumuzdaki sosyal güvensizliğin boyutları hakkında fikir verici bir atasözü. Benzer anlamda epeyce atasözü, deyim vardır muhtemelen.)
-- kırkfikir: fikirden fikire atlayan, kararsız.
-- göfer: enerji (Evet, enerji kelimesinin Türkçesi bu işte. Anadoluda aynı zamanda tâkat da kullanılır ama tâkat Arapçadır. Enerjinin Türkçesi tam olarak 'göfer'.)

7 Temmuz eklemesi:

- vakfın eşeği (asıl okunuşu "makıfın eşşeğ"): herkesin ortaklaşa kullandığı şeylere denilir. Biraz olumsuz tınısı da var ki bu tını vakıf mallarının nasıl suistimal edildiğine, biraz da "ortak malların trajedisi"nee işaret etmesi bakımından dikkate şayandır.
- çıvmak: hızlıca üzerine atlamak/uçmak (Mesela, "Kedi, sıkışınca köpeğin üstüne çıvdı.")

En son eklemeyi 7 Temmuz 2015'te yapmışım. Aradan nerdeyse bir yıl geçmiş. Aşağıdakiler 9 Temmuz 2016 eklemesi:

- mehdibollu: çok bolluk (Bu kelimeyi babaannemden sadece bir kez duydum. O nedenle bu kelimeyi çok çok az kimse biliyor olabilir. Nesli tükenmek üzere olan bir yaratık gibi.)
- tartı: kahverengi ve pütür pütür olduğu ana kadar hiç durmadan sütü kaynatınca (aslında kavurmak deniliyor; yani "tartı kavurmak") acayip bir süt ürünü ortaya çıkıyor. Mantıyla veya kahvaltıda çok iyi gidiyor. Şu ana kadar bu süt ürününü dünya üstünde Menemenlilerden başka bilen görmedim. "tartı" kelimesi de sanki "tortu"dan geliyor gibi.)
- tutmaç: eskiden yaşlıların hamurları ince ince kıyarak yaptıkları şehriyeden pişirilen çorbanın adı
- yılbaşında kapı eşiğinde ekşi nar fatmak: yukarda "fatmak" kelimesinin anlamını yazmıştım, fatmak=kırmak, parmalamak (özellikle karpuz gibi meyveleri). Bu deyim ise bir batıl inanç. Yılbaşında kapı eşiğinde ekşi nar fatmanın uğur getireceğine inanılıyor.
- dağ ayısı gibi: cahil ve kaba olmak
- kara getirmek: olumsuz bir anlamı var, galiba çok üzülmek demek, emin değilim
- tırkaz: özellikle bahçeli evlerin avlu kapılarına takılan demir kilit ("tırkazlı": kilitli demek. Kökü Yunanca olabilir.
- yelgen: su testisi (Bu arada, Menemen ilçesi Menemen yemeği kadar testileriyle de ünlü. Bunun nedeni ise başka bir yazıya konu olacak kadar uzun ama özetleyeyim: 8-10 bin yıl kadar önce bugün Menemen'in 25 km kadar uzağında olan deniz Menemen'in tam kenarındaymış, yani Menemen bir liman kentiymiş. Menemen'in kenarından geçen Gediz nehrinin oluşturduğu deltada yetişen üzümlerden yapılan şaraplar deniz yoluyla ihraç edilir ve aynı zamanda gemi mürettebatının içmesi için tabanı sivri (ve o nedenle sadece yan konulabilen) testilere konulup güverteye öyleye bırakılırmış. Böylece testi gemi yol aldıkça sallanır, içindeki şarap da çalkalanır ve tortulanmazmış. Bu tarz testiler artık pek görülmez oldu, işlevsiz hale geldikleri için. Uzun lafın kısası, Menemen iyi üzüm şarabı, Gediz nehrinden çıkarılan balçık ve limanın bir araya gelmesi sonucu testileriyle ünlenmiş. Son olarak bu testilerin ismi sanırım Amora veya amorfu gibi birşeydi. Kelimenin kökünü bilmiyorum ama amorf kelimesi Yunanca'da ve ingilizcede biçimsiz anlamına geliyor. Kelimenin başındaki a, olumsuzluk eki. Morf ise şekil demek. Morfoloji şekil bilimi demek mesela. Amorf ise şekilsiz demek. Belki buradan geliyor. Dolayısıyla bu kelime modern Egedeki Helen kültürü fenomeninin sadece küçük bir parçası).
- kalgıllamak: zıplamak
- hinayet: tembel (galiba hiyanet kelimesinin yozlaşmış hali)
- deli pabucunu giydirmek: birisini çok kızdırmak, dellendirmek
- fıymak: fırlamak
- iş kesmek: eziyet vermek
- tensiz: yaramaz (galiba densiz kelimesinin şiveli hali, ama anlam farklı olduğu için buraya yazmayı uygun buldum)
- fingo: kibrit
- hınşırmak: döve döve haşat etmek
- hoppan kalkmak: çok korkmak veya büyük tepki vermek
- nane molla: çıt kırıldım (bu kelimenin köküne hayalen inilebilir. Mesela şöyle türemiş olabilir. Eskiden din alimi olan mollalar vardı. Bunlar genelde insanların zor dedikleri işleri de yaparlardı. Ama bunlardan bazısı zora gelemezdi ve bunlara molla değil de, muhtemelen gıyaben nane molla derlerdi, sonra zamanla bu kelime çıt kırıldım'ın yerine geçti. Eğer olay böyle ise, bu olgu Ege bölgesinin ruhban sınıfına yönelik karşıtlığının eskiliğine dair bir fikir verebilir.)
- çember: tülbent
- acızlık getirmek: acizlik yapmak
- gavlamak (aslı kavlamak): kabuk atmak (mesela denizde yüzünce insanın kulakları ve burnu kavlar, yani kabuk atar. E tabi cilt kremleri çıkınca böyle kelimeler de ölüyor. Çünkü artık pek az kimsenin bir yerleri gavlıyor.)

21 Ağustos eklemesi:

- Yukarıda çok nadir bir kelime yazmıştım: mehdibollu. Bu kelimenin anlamını daha sonra sorup öğrendim. Kelimenin aslı "mehdi bolluğu". Yani kelime değil, bir deyim bu. Mehdi bolluğu = çok bolluk demek. Herhalde mehdinin getireceği bolluk kastediliyor.
- illê türes (ê = uzun e): doğru düzgün. Mesela; bir işi illê türes yapmak.
- Yörük akşam olunca caminin minaresini görmeden edemezmiş: Bu Ege bölgesindeki yörüklerin kendi köylerinden başka yerde yaşamak istemediklerini, akşam olunca ille de kendi köylerine dönmek istediklerini anlatmak için kullanılan bir atasözü.
- mariye: kadınların başörtü bağlama tarzlarından biri. Sanırım bu kelime Ege bölgesine özgü değil, ama emin olmadığım için yazıyorum. Eskiden mariye başörtüsü bağlama tarzı şimdiki kadar yaygın değildi ve daha çok genç kadınlar ve kızlar tarafından kullanılıyordu. Ama zamanla güzellik algıları kadın bedeninin öne çıkartılması lehine dönüştüğü için mariye hem daha sık, hem de daha yaşlı kadınlar tarafından da kullanılır oldu.
- şılabık: yaldızlı, parlak
- kırkmak: saç, yün, tırnak vs gibi şeyleri kesmek. İlginç bir kelime. Her şeyi kesmek için kullanılmıyor; sadece belirli şeyler kırkılır. Yani "kesmek", "kırkmak"ı kapsıyor.
- kırklık: özellikle hayvan yünü kırkmak (kesmek) için kullanılan büyük makas
- podye: okul önlüğü
- gên (e uzun okunur): "gelin" kelimesinin Egecesi
- çağıl çağıl: taze taze. Mesela; çağıl çağıl üzüm yemek.
- kırcık kırcık: buram buram. Mesela; kırcık kırcık ter kokmak

Ege bölgesine özgü kelimeler altında Ege bölgesine özgü insan isimleri adında ayrı bir başlık açmak lazım. Gerçekten de sadece Ege'de duyduğum isimler var ve ilginç bir şekilde bunlar sadece kadın isimleri. Ayrıca bu isimler genelde ninelerin isimleri ve yeni nesilde kullanılmıyor. O nedenle artık bu isimler ölmeye yüz tuttu. İşte şimdiye kadar bulduğum Egece insan isimleri:

- Şerike: anlamı "kadın ortak" olabilir veya doğrudan Kur'an'dan bilinçsizce alınıp insan ismi yapılmış olabilir.
- Etûfe (u uzun okunur)
- Safûre (u uzun okunur ve aslında halk arasında Zafôre şeklinde kullanılır)
- Zıtteke: Bunun aslı Sıdıka. Nüfus kaydında da Sıdıka şeklinde geçiyor ama Zıtteke şeklinde okunuyor.
- Attike
- Atiye
- Emeti

22 Ekim 2018 eklemesi:

- pusat: çeyiz
- halap: şişmiş, şiş (Bu kelime çok ilginç, zira sadece "halap gibi burun" tabirinde kullanılıyor. Başka hiçbir yerde duymadım.)
- gahar küpü [Kahar küpü]: üzüntü kaynağı olan insanlar için kullanılan bir deyim. Mesela bir anne çocuğuna "Amma gahar küpüsün." diyebilir.
- kargı dömbüldeği: mısır koçanının gövdesi
- gımbılgup: sessiz sedasız, tek başına
- efriciği alınmak: kafası dönmek, sersem olmak
- kuyruğunun altına deve dikeni kıstırmak: atın koşması için kuyruğunun altına deve dikeni kıstırmak. Bu deyim birisine kızıldığında o kişiyi cezalandırmak veya ona istenilen şeyi yaptırmak için de kullanılır.
- boğaz: yiyecek, abur cubur (yukarıdaki yazılan "negerek" ile aynı anlamda)
- Güvenme dayına, ekmek al yanına: İnsanın kendi başının çaresine bakması gerektiğini belirten atasözü.
- Çıkmış boynuz çığdan dışarı: Yetişmiş kişi (özellikle yetişmiş kızlar) evde durmaz anlamında kullanılan atasözü.
- ekşi nar kafalı: inatçı, laf anlamaz
- külfekân: bitkin, çok yorgun
- Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu: İnsanın torunlarının tamamen kendisine ait olmadığı, onlardan kötülük beklenebileceği anlamında atasözü.
- çakıldak: şımşırık
- çipil çipil: göz için kullanılan bir sıfat. "çipil çipil gözleri var" veya "çipil çipil bakıyor" denilir ve hemen her zaman çocuklar için kullanılır. İstanbul Türkçesinde karşılığı sanırım yok. Tarif etmek güç. Canlı ve saf bir şekilde bakan gözler için kullanıldığını söylemekten başka çare yok.
- yarlıgamak: affetmek kelimesinin öz Türkçesi, bağışlamak
- çakal boku: çitlembik ve kuru üzümün havanda ezilmesi ile oluşturulan ezme. Tadı çok güzel.
- gezenti: çok gezen kişiler için kullanılır.
- mereyi artırmak: birşeyi yapmayı artırmak

Eskiden bugüne kültür değiştikçe bazı yemekler ve sosyal faaliyetler de kayboluyor. Mesela yukarıdaki "çakal boku" bir meze olarak artık yapılmıyor. Gıda bolluğunun olmadığı dönemlerin yemek ve tatlı kültürünün kalıntıları bunlar. Aşdağıda, artık hiç yapılmayan veya çok nadir yapılan yemek ve tatlılardan aklıma gelenler (yapanlar da artık sadece yaşlılar):

- dibile: 5 cm kadarlık dikdörtgen şeklindeki bir şeyin etrafında açılmış ince hamur sarılır. Her sarışta arasına ceviz veya badem içi ezmesi konulur. 5-6 defa sardıktan sonra el ile aradaki dikdörtgen şey çıkarılır. Bu esnada hamur sargısı kırışık hale gelir. O halde yağda kızartılır. Turuncu hale gelince üstüne şerbet dökülerek yenilir.
- bazına: un ve su (acaba süt mü?) ateşte karıştırılır. Koyu pelte kıvamına gelince üstüne tercihen pekmez veya bal dökülerek yenilir.
- süt tarhanası: sütün içinde buğday ısıtılır, karışım koyulaşıp pelteye benzeyince üstüne taze üzüm konulup yenilir. Sanırım bu yaklaşık 30 yıl önce ortadan kaybolmuş.

Yokolan aktiviteler:

- Sancak [Salıncak]: Salıncak Osmanlı döneminde bayramlarda insanların özellikle bayramlarda toplanıp eğlendikleri bir araçmış. Sadece küçükler değil büyükler de, hatta bilhassa büyükler salınırlarmış. Zaten bu salıncakların boyları da belki 10 metre varmış. Zamanla eğlence kültürü değişince ve eski tip mahalleler ortadan kalkınca külhanbeyleri, kabadayılar nasıl ortadan kalktılarsa salıncaklar da ortadan kalkmış. Ama yine de köylerde bayramlarda insanları etrafına toplayan salıncaklar varmış. Bu salıncakların bulunduğu yere "sancak başı" denirmiş. Bayram günlerinde büyükler olmasa da gençler sancak başında toplanır, sallanırlarmış. Hatta gençlerin kendi müstakbel eşlerini ilk beğendikleri yegane mekan burası olduğu için romantik veya duygusal çağrışımları da varmış. Ama sanırım 2000'lerin başından itibaren internet cafelerin yaygınlaşması ile birlikte çocukların ve gençlerin oyun ve eğlence kültüründe devrim oldu. Önce sancak, sonra taso, bilye, pokemon, dijimon kalktı, onların yerine önce ateri sonra da bilgisayar geldi. Şimdi sıra akıllı telefon ve tabletlerde.

1 Haziran 2021 eklemesi:

- cirve: Üzümleri ezip pekmez yaptıktan sonra arda kalan üzüm posesi ("Pose" de sadece Egede kullanılan bir kelime olabilir. "Artık, bakiye" anlamına gelir)
- tıran tıran: Bağıra çağıra. Sadece "tıran tıran kavga etmek" deyimi içinde kullanılır.
- çıkılamak: muhtemelen çıkınlamak, yani bir çıkının içine koymak fiilinin şive hali
- karışık yapmak: birini çoğunlukla korkutmak suretiyle deli yapmak, aklını yoketmek. Bu deyimin bir de karışık olmak hali var, korkutulup deli olmak demek. Acayip komik çağrışımları var; örn.; "Korkutup durma çocuğu; karışık olcak!"
- -katmak: -durmak yardımcı fiilinin anlamıyla aynı. Yani yapıp durur = yapıp katar (ama şöyle telaffuz edilirler: yapıp duru = yapıp gatı). Egede yardımcı fiillerin Türkiye'nin diğer yörelerinden daha fazla kullanıldığı herkesin malumudur. Ama öyle görünüyor ki ayrıca sadece Ege'de kullanılan yardımcı fiiller de var. -katmak bunlardan sadece biri olabilir. Ege'de -koymak da aynı anlamda ve şekilde kullanılır ama sanırım -koymak Türkiye'nin diğer yerlerinde de aynı şekilde kullanılıyor. Bu bana öteden beri tuhaf geldi. Sebebi ne ola ki? Egeliler tez canlı, hızlı iş halleden insanlar mı? "Çocuğumuz, hadi şunu yapıver!"




18 Mart 2015 Çarşamba

Bitcoin piyasası üzerine notlar



Bitcoin, kimliği belirsiz kişilerin kurdukları sanal bir para birimi. Genelde de yasa dışı mal ve hizmet alışverişinde kullanılıyor. Kiralık katil arayanlar, silah ve uyuşturucu satıcıları, çocuk pornocuları bu piyasada sıklıkla alışveriş ve işlem yapanlardan. Bu nedenle devletler bu piyasayı yasaklamaya çalışıyorlar ancak bunda başarılı olamıyorlar. Çünkü bitcoinleri kullanarak alışveriş yapanların kimliklerinin belirlenmesi imkansız.

İnternetin 7 katmanı vardır. Sıradan kullanıcılar bu katmanlardan en yüzeydeki üzerinde faaliyetlerini gerçekleştirirler. 6. ve 5. katmanlarda ise biraz da karanlık faaliyetler yürütülür. En alt katmanlar ise, en azından benim için tamamen karanlık ve ne amacla, ne şekilde kullanıldıklarını bilmiyorum. Yukarıda sayılan yasadışı işler 5. katmanda yürütülüyor. Bu faaliyetleri yürüten bilgisayarların IP'leri herbir işlemde farklı olarak görülebilir ve bu sayede yapılan bir yasadışı işlemin izini sürmek, güvenlik güçleri için imkansıza yakındır. Mesela MOSSAD, 5. katmanda faaliyetlerini yürüten meşhur bir kiralık katile reddedemeyeceği bir teklifte bulunarak istediği bir kişiyi öldürtebilir ve bu hizmet alımı, yasadışı olsa da, gayet medeni bir ortamda, bitcoinler vasıtasıyla sağlanabilir.

Bitcoin, 234 bytlık bir tür kripto, yani bir çeşit şifredir. Bitcoin şifreleri bu nedenle araştırılarak, deneme-yanılma yöntemiyle bulunabilir. Bu şifreleri ilk olarak tespit edenler, yani bitcoin yaratıcıları, neden bu şifreleri kullanarak zengin olmamışlardır ya da ihtiyacı olduklarında sözgelimi 1 bitcoin satarak bu hacetlerini karşılıyorlar mıdır, bilmiyorum; ancak özel yazılımlı donanımlar kullanarak bitcoin kriptolarını çözmek mümkün. Bitcoin enflasyonuna göre değeri değişen ve ortalama 300-700 dolar arasında seyreden 1 bitcoini üretebilmek için, ortalama 10 bilgisayarın durmaksızın bir ay boyunca şifreleri denemesi gerekir ki bu yönteme maden kazma denir. Bir bilgisayar bir kere bir maden keşfettiğinde kazılar orada yoğunlaştırılır. Bir bitcoin kriptosunun, mesela 8000 rakamlık bir şifre olabileceği düşünüldüğünde bu işlemin zorluğu hakkında bir fikir edinilebilir. Ayrıca eğer bir bilgisayar çok hızlı bir şekilde bitcoin şifrelerini test ediyorsa, bir diğer deyişle çok süratli bir şekilde maden kazıyorsa sistemden dışarı atılır ki bitcoin şifrelerini çok hızlı çözüp enflasyona yol açmasın ve dolayısıyla piyasayı altüst etmesin. Var olan tüm bitcoinlerin 2100'lü yılları biraz geçkin bir tarihte çözüleceği ve o tarihten sonra mevcut bitcoinlerle işlemlerin sürdürüleceği tahmini yapılmaktadır.

Dünya üzerinde şimdiden milyarlarca dolarlık bir bitcoin borsası olduğu ifade edilmektedir. Bitcoin henüz 2009'da ortaya çıkan sanal bir para birimi olmasına karşın, o kadar hızlı bir şekilde yayılmıştır ve miktarı artmıştır ki, hali hazırda ABD'nin California eyaleti, bitcoini yasal bir para birimi olarak tanımıştır. Fazla uzak olmayan bir zamanda bitcoin borsasının maddi ve yasal para birimlerini anlamsızlaştıracağı ve aşındıracağı tahmin ediliyor. Bu nedenle Rusya gibi bazı ülkeler bu piyasaya ve bitcoin sermayedarlarına sanal savaş açmış durumdalar.

Bitcoinlerin tek zararı genel itibariyle yasadışı işlemler için kullanılması değil. Bitcoin üretmek mümkün olduğundan ama bu üretim somut bir üretim olmayıp sadece sanal bir sahiplenme anlamına geldiğinden, bitcoin üretmek için tüketilen enerji çevre kirliliğine yol açıyor. 1 bitcoin üretmek için kilowattlarca elektrik tüketiliyor. Yasadışı alışverişler ise, takma adlarla Silkroad gibi kriptolu internet siteleri üzerinden yapılıyor.

Liberal iktisadi bir perspektiften, bitcoinin, insanoğlunun dizayn ettiği ilk para piyasası olduğu söylenebilir. Hayek, piyasa gibi çok karmaşık sosyal sistemlerin insan ürünü olduğunu ancak insan dizaynı olamayacağını, bu gibi kompleks yapıların tek bir insanın veya sınırlı bir kadronun bilebileceğinin çok ötesinde bir bilgi yığını içerdiğini ve bu nedenle bu girift ve devasa yapıların kendiliğinden doğduklarını, self-organisation olduklarını ifade eder. Devletler varolmadan önce bu yapıların mevcut olmaları, bunun kanıtlarından birisidir. Sözgelimi Arabistan yarımadasında 500'lü yıllarda henüz bir devlet yokken, Arap kabileleri Hicaz ve Şam arasında serbestçe seyahat ederek ticaret yapmaktaydılar. Hatta Benedikt Koehler, buna bakarak kapitalizmin ilk köklerinin İslam öncesi Arap kabilelerinin kervan ticaretinde olduğunu iddia eder. (Early Islam and the Birth of Capitalism adlı kitabında. Şimdilerde bu kitabı tükçeye çeviriyorum. Ekim 2015 gibi Liberteden basılacak inşallah.)  Hayek'in iddiasının aksine, çok ilginç bir şekilde, bitcoin para birimi, bir insan dizaynı olarak belirmektedir ve daha da ilginci bu para birimini dizayn edenlerin kim olduklarının ve kendi elleriyle yarattıkları bu sermayeden yararlanıp yararlanmadıklarının bilinmemesidir. Bu açıdan bitcoin borsası liberal iktisat teorisi açısından zorlu ve ufuk açıcı bir inceleme alanıdır ve insan eyleminin gözlenmesi için uygun bir sahadır.

(6 kasım 2014'te yazmışım, eski blogdan buraya kopyaladım. Bu meselede devam etmeyi düşünüyorum.)

Dünyada zekilerin sayısı neden artmaz?


İki gün evvel oldukça zeki bir arkadaşımla konuşurken şu fikir aklıma geldi: Zeki insanların kariyer yaptığı ve yüksek makamlara ulaştığı, zeki olmayanlardan (kibarca söyledim) daha sık görülür. Bir toplumda üst tabakayı genelde daha zekiler işgal eder. Bu durum özellikle şimdinin Batı Avrupa ve ABD’sinde böyle. Az gelişmiş ülkelerde ahmak başbakanlar, bakanlar bulunabilse de en azından ekonomik yönden gelişmiş ülkelerde zekiler toplumun üst seviyelerindedir denilebilir. Bu bir.
 
Hepimizin bildiği gibi, bir kimsenin sosyal ve ekonomik pozisyonu yükseldikçe, en azından bu çağda çocuk sahibi olma oranı azalıyor. Kariyer sahibi insanların genelde az çocuğu olur. Halk ise bol keseden çocuk yapar. Bu iki.

Üçüncüsü, yine bildiğiniz gibi, zeka kalıtımsaldır. Zekinin çocuğunun zeki olur, ataları (eşini söylemeye gerek bile yok) da zekiyse.

Bu üç veriyi birleştirince elimize, dünyada daha az, zeki bebeğin doğduğu, az zeki bebeklerin ise daha çok doğduğu sonucu çıkmaz mı?

Benimkisi sadece akıl yürütme. Ama konu araştırmaya değer değil mi?

Son söz: Ey zekiler, tohumlarınızı her tarafa saçın!

(29 kasım 2013'te yazmışım. İptal olan blogdan uraya kopyaladım. Yazıyı yazdıktan sonra Idiocracy adında bir filme rastladım. Tam da burada anlattığım şeyi işlemişler filmde. gittikçe daha az zeki bebeğin doğması sonunda aptallaşan toplum: idiocracy (aptalların yönetimi). İzlemeye kesinlikle değer.)