31 Ağustos 2016 Çarşamba

Sıradan Hadiseler (6): Kütüphane, Mill ve Kant

Evvel zamanda Ankara'daki Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nde yaşadığım anlamlı bir olayı yazmıştım. Bir arkadaşın vesilesiyle o olayı yeniden hatırladım. Onu hatırlayınca aynı yerde yaşadığım başka bir olay daha aklıma geldi. O kütüphanede epey haftasonu geçirince böyle şeyler yaşanıyor tabii. Onu da yazayım dedim. Şöyle:

Genellikle haftasonları sabah 10 civarı kütüphaneye gelen ve kütüphanenin batı tarafında araştırmacılara ayrılmış masalara oturan çok yaşlı bir dede vardı. Oturduğu yerden nadiren kalkar ve yoğun bir şekilde çalışırdı; ikindi civarı da kalkar giderdi. Bir gün çıkışta özellikle bu adamı yakaladım, kendisiyle sohbet etmek istiyordum. Çok nadir görülen bir tipti. Yürürken ayaküstü konuşmaya başladık. Beni pek ciddiye almıyordu ama kendi geçmişinden samimiyetle bahsetti. Eskiden sanırım Cebeci taraflarında bir matbaacıymış. Şimdiki yayınevleri yokken Ankara Üniversitesi hocalarının kitaplarını o basarmış -- aslında belki biçermiş demek lazım çünkü, malum, eskiden sanırım kitaplar kocaman bıçaklarla biçilerek basılırdı. Şimdi Meşrutiyet Caddesinin batı köşesindeki Kök Çarşısının alt katında olduğu gibi. Pek çok öğrenci acaba bu matbaacılar burada nasıl çalışabiliyorlar diye sorgulamıştır. Herneyse, demem o ki bu yaşlı adam tam eski toprak kitap ehli çıktı. Belki 80 yaşında vardı. Sonra beni çok kale almadığı için muhabbet uzun sürmeyince ben ayrıldım.

 Haftasonları o dede o kütüphaneye gelip hep o özel, geniş, kenardaki araştırma masasına oturuyordu. Adetim olduğu üzere yine bir haftasonu o kütüphaneye gittim ancak boş yer kalmamıştı. O dedenin yeri ise boştu. Kütüphaneye hep müdavimler geldiğinden olacak, herkes o yerin kime ait olduğunu bilircesine davranıyordu. İçimden, burası kimseye ait değil deyip oraya oturdum. Bir müddet çalıştıktan sonra dede geldi, başıma dikildi. Gözlerinden adeta ateş fışkırır şekilde bağırmaya başladı: buraya hep ben oturuyorum, bilmiyor musun, gibi sözler söylüyordu. Düşün; kütüphanede herkes çalışmaya koyulmuş, çıt çıkmıyor, ayakta durmaya mecali olayan bir adam bir genci yüksek sesle azarlıyor. Koca salon dolusu insanın kafaları birden bize döndü. Ne diyeceğimi bilemedim; bir yandan adamın edepsizliğine karşı edepsizlik ile karşılık vermek ve onun bağrışlarını uzatarak salonu rahatsız etmek istemiyordum, diğer yandan ise haklıyken haksız duruma düşmekten hoşlanmıyordum. Hızlıca düşünüp 5 metre ilerdeki kapıdan hemen dışarı çıktım -- onca insanı rahatsız etmek yerine susup kısa süreliğine küçük düşmeyi tercih ettim. Belki de o adam küçük düştü, bilmiyorum.

Dışardaki bir görevliye durumu anlattım. Anlamsız birkaç şey söyledi, ne dediğini hatırlamıyorum bile. Ancak görevliler bağrışmaları duymuşlardı. Hatta sanırım bir iki görevli içeriye gelmişti. Bir süre sonra dışarıdan içeri geri geldim, salondaki bazı kimseler gitmişti, onlardan birinin yerine oturdum. O yaşlı hala ordaydı. Akşama kadar orada çalıştım -- o da çalıştı. 

Olayın daha ilginç boyutu bundan sonra başlıyor. Ertesi hafta kütüphaneye gelince yine kütüphane dolmuştu. Ben de görevliye gidip o yaşlı adamın yerine oturacağımı ve olacaklardan benim sorumlu olmayacağımı söyledim. Görevli ise bir dakka deyip gitti. Kısa süre sonra elinde anahtarlarla geri geldi. Yuh dedim! Kütüphanede iki küçük boş salon daha varmış ama bu zamana kadar onları açmamışlar. Masa ve sandalyeler üstünde kül gibi parmak kalınlık toz birikmiş. Belli ki yıllardır kullanılmamış. Belki de hiç kullanılmamış. O kadar insan salon doldu diye geri dönerken kütüphane çalışanları bu salonları açmayacak kadar sorumsuz olabilmişler. Şaştım kaldım, burası neden bu güne kadar açık değildi diye sordum. Gerek yoktu dediler. Bal gibi vardı dedim. Çok kişinin kütüphanenin dolu olduğunu görüp geri döndüğünü gördüklerini biliyorum. Kuyruklu yalan. Memura pis pis baktım, öyle pis baktım ki galiba küfür etsem o kadar olurdu. 

Ondan sonraki haftasonlarında o iki küçük salon (her biri 30'ar kişi alıyordu) hep açık kaldı. Onlarca öğrenci orada çalıştı. Sanki o iki küçük salonu ben inşa ettirmişim gibi hissettim. İçimde bir hayırseverin duyduğu sevinç vardı. Hatta bazen büyük salonda boş yer varken bile o küçük salona gidip orada başkalarıyla çalışmak bana daha güzel geldi. Philanthrophy böyle birşeymiş dedim. Mesela Andrew Carnegi'yi düşün. Adam bir sürü kütüphane yaptırmış, 19. asrın dünya zengini. Eminim insanların kendi kütüphanesinde çalışmalarını gidip gizlice izlemiştir. Benim içinde okuduğum ilkokulu da bir hayırsever yaptımıştı. Okula da zaten hayırseverin ismini vermişler. Yılda bir gelir sınıfları gezer ve bize sorular sorardı. Bilene ufak hediyeler verir, bu işe çocuk gibi sevinirdi. Herhalde vefat etmiştir. Nur içinde yatsın.

Sonraları bir zaman o yaşlı adam o kütüphaneye gelmez oldu. Belki gelemez oldu, belki öldü. Allah rahmet etsin, hakkım helal olsun.

O zamandan bu zamana onca insan arasında haksız yere bağrılırken ne yapmam gerektiğine dair ahlakî soruya tam olarak cevap verebilmiş değilim: karşılık verip onca insanın rahatsız olmasını sürdürmek mi, yoksa susup zulme razı olmak mı? Daha net olarak şöyle: Toplam faydayı seçmek mi, yoksa doğru olan fayda uğruna esnetilemez mi? J. S. Mill ve I. Kant bu soruya farklı cevaplar verirlerdi. 

18 Temmuz 2016 Pazartesi

15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü Notları

Bu darbe teşebbüsü epeyce halkın direnişi ile önlendiği için sokağa çıkan herkesin anılarını yazması gerektiğini düşünüyorum. İleride bunun tarihi yazılırken bu anılar önemli birer tarihî kaynak olabilirler.

Bunu ifade ettikten sonra hemen söylemeliyim ki eşim Ayşe'yle birlikte ben darbe gecesi sokağa çıkmamıza rağmen ciddi bir tehlike yaşamadık. Biz o gece Konya'daydık ve şehir merkezi (Zafer, Anıt ve Kültürpark'ta) tek bir asker bile görmedik. O nedenle darbe teşebbüsünü az tehlikeyle atlatanlardanız ama yine de başımızdan geçenleri tarihe not düşmek amacıyla kısaca yazıvereyim.

Biz darbe teşebbüsünü ilk olarak Ayşe'nin Ankara'daki arkadaşlarıyla kurdukları bir whatsapp grubundan öğrendik. Oraya bir arkadaşı Ankara'da silah ve uçak sesleri duyulduğunu yazmış ve ne olup bittiğini sormuş. Sanırım 22:30 civarıydı. Hemen sonra aynı kişi bir darbe olabilirmiş yazmış. Biz ikimiz o esnada akademik çalışma yapıyorduk. Ayşe hemen bana dönüp arkadaşının yazdıklarını söyledi. Ben önce yok canım, öyle şey mi olur dedim. Sonra hızlıca düşündüm, evet dedim, bu ülkede kolay kolay bir darbe olmaz ama çeşitli çılgın grupların kalkışacağı bir darbe teşebbüsü olabilir. Bunu akıl edince hızlıca TV'yi açtık ve CNN Türk'te Boğaz Köprüsü üzerindeki askerleri gördük. O esnada bunun ne olduğu hâlâ belli değildi. Muhabir ne olduğunu anlamış ama söylemeye dili varmıyor gibiydi. Bir ara IŞID büyük bir saldırı başlatmış olabilir dedi. O esnada İstanbul'daki bir arkadaşım evinin bulunduğu Sarıyer'de sokakta tanklar gördüğünü söyledi. Ben eyvah dedim, darbeye kalkıştılar. Ama hala tam emin değildim, IŞID'in organize ve çok büyük bir saldırı girişiminde bulunmakta olabileceği ihtimali hala aklımın bir köşesindeydi. Saat sanırım 22:30-23:00 arasıydı.

O esnada neyin olun bittiğinden haberdar olabilecek birkaç devlet kurumundaki arkadaşlarımı aradım ama telefonlara çıkmadılar. Aynı zamanda Ayşe'nin whatsapp grubundaki arkadaşlar Ankara'da çeşitli silah seslerinin arttığını ve bombalamaların olduğunu söylediler. Bunlardan MİT'e yakın bir yerde oturan bir tanesi, MİT'e saldırıda bulunulduğunu ve MİT'ten çeşitli saldırı seslerinin geldiğini yazdı. Bunun bir darbe teşebbüsü olduğu düşüncesi aklımda iyice kuvvetlenmişti ama ilk önce paralel yapıdan değil ordu içindeki darbeci Kemalistlerden şüphelendim. Bir müddet sonra ise Binali Yıldırım bir TV kanalına bağlanıp bunun bir kalkışma olduğunu söyledi. Saat galiba 00:00 civarıydı. Sanırım ardından Tayyip Erdoğan Facetime ile CNN Türk'e canlı bağlandı, halkı meydanlara çağırdı ve kendisinin de kısa süre içinde (tatil yapmakta olduğu Marmaris'ten) İstanbul veya Ankara'ya meydanlara geleceğini ifade etti. Yine galiba o civarda cunta TRT 1 kanalını ele geçirdi ve spiker Tijen Karaş'a darbe bildirisini okuttu. Ben bildiriyi CNN Türk'ten dinledim ve dinlerken tüh sana, direnip okumamalıydın dedim. Sanırım ondan biraz sonra Ankara'da Gölbaşı'nda oturan bir arkadaş Polis Akademisi'nin bulunduğu tepe üstüne saldırıda bulunulduğunu ve o bölgenin yanmakta olduğunu söyledi. O aralarda CNN Türk'te Abdulkadir Selvi askerin gittikçe kontolü ele geçirmeye başladığını endişeli bir şekilde dile getirdi. (CNN Türk'ün o gece darbecilere çok iyi direndiğini not düşelim. CNN Türk benim gözümde Türkiye'deki en kaliteli haber kanalı olma özelliğini koruyor.) Durum hakikaten de cuntanın lehine gidiyor gibi gözükmekteydi: İstanbul'da köprü trafiğe kapatılmış, MİT ve Polis Akademisi (veya Özel Harekat Daire Başkanlığı)'ne saldırılmış, sokaklara epeyce tank yerleştirilmişti. Ayrıca neredeyse hiçbir hükümet yetkilisi kameraların karşısına geçip halka güven sağlayacak bir görüntü vermeyi başaramamıştı.

Durum tam bu şekilde kritikken ben TV'den bazı kanalları gezdim. A Haber, Ülke TV, TGRT kanallarda tankların üstüne çıkmış, veya etrafını çevirmiş veya sokağa direnmeye çıkmış insanların görüntüleri yayınlanıyordu. Bu kritik durum böyle sürerken ben TV kanallarını karıştırmaya devam ettim. Aynı zamanda twitterdan herkesin darbeye hayır demesi gerektiğine dair bir tweet attım. Tweetin hemen sonrasında eğer bu darbe başarılı olursa başıma çok kötü şeylerin gelebileceği aklıma geldi ve ansızın içimde bir korku belirdi. O an biraz düşündüm. Sonra bu korkudan tiksindim, asla korkmamam gerektiğine karar verdim ve darbe karşıtı pasajlar yazıp bunları Twitter ve Facebook'tan postladım. Whatsapp'tan da üye olduğum gruplardaki kimselere veya ulaşabildiğim birkaç kimseye sokağa çıkmalarını teşvik ettim. Yine o civarlarda Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul'a inip havaalanında kameraların karşısında takdire şayan bir soğuk kanlılıkla itidalli bir konuşma yaptı. O aralar sosyal medya aşırı derecede yavaştı ve bazen ise tamamen ulaşılamazdı.

Saat yaklaşık 1.00 gibiyken de Ayşe hadi merkeze gidelim dedim, o da hadi yürü dedi. Tanıdık bir taksi soförünü arayıp bizi merkeze götürmesini istedim ve evde hazırlanmaya başladım. Gasp gibi durumlara hazırlık olarak üstümdeki paranın bir kısmını evde bıraktım. Taksiye bindik ve yola çıktık. Aynı zamanda sosyal medyadan darbe karşıtı yazılar yazıyor ve herkesin sokağa çıkması gerektiğini, bu darbeye dur dememiz gerektiğini yazıyordum. Sokakta bizi neyin beklediğini bilmiyorduk ama ben Konya gibi Erdoğan'ın büyük bir desteğe sahip olduğu bir kentte askerlerin çok güçlü bir direnişle karşılaşacaklarını biliyordum. Tanıdık taksi şoförü bize bir arkadaşını göndermiş, bu arkadaşı ise aslen bir belediye otobüsü şoförüymüş ve belediyeden kendilerine gelen emir üzerine tüm belediye araçlarını askeriyenin etrafına yığıyorlarmış. Bizi Anıt denen ve merkeze 300 metre kadar yakın olan bir yere kadar getirdi, oradan yaklaşık 500 metre öncesinden beri aşırı trafik vardı; yollarda elinde bayraklarla birçok araç ve insan vardı. Dikkat çekici bir husus ülkücülerin kalabalık içinde göze batar derecede büyük bir orana sahip olmasıydı. Trafik ilerlemeyecek derecede yavaş olduğu için taksiden inip yaklaşık 200 metre yürüyerek Zafer denen merkezî bir yere geldik. Etrafta çeşitli ve hareket halinde insan grupları vardı, ancak neredeyse insandan daha çok araç vardı. Taksi şoförü bize epey kimsenin Koyuncu'daki Ak Parti il başkanlığına gittiğini söyledi ancak biz Zafer ve Kültürpark civarında kaldık. Mevlana meydanına gitmek aklıma gelmedi. Ayrıca bu gibi durumlarda insanların üstüne ateş açan provokatörlerin veya gasp yapmaya kalkışanların olabileceğini düşünüp ne kalabalıkların doğrudan içinde ne de tenha yerlerde bulunmaktan kaçınmaya çalıştık. Zaten tenha bir yer neredeyse yoktu. Camilerden sürekli salâ ve ezanlar okunuyordu. O halde bir miktar Kültürpark ve Zindankale civarında oturduk ve etrafı gözetledik. Aynı zamanda sosyal medyadan ve arkadaşlardan durumun nasıl olduğunu dair bilgiler alıyorduk. Meclisin bombalandını ya o anda ya da daha önce duyduk. Saat 2:00 sularıydı. 

Bir miktar daha oralarda gezinip etrafı gözetledikten sonra bir hocayı aradım. Durumun epeyce kontrol altına alındığını ve ona göre artık darbe ihtimalinin büyük oranda kalktığını söyledi. Sosyal medyadan ulaştığım bilgilere göre de saat 2:30'dan sonra durum epeyce hükümet lehine dönmüştü. Bu bilgilerden bir kısmı Ankara'daki Liberal Düşünce Topluluğu'ndan bir arkadaşın kurup liberalleri eklediği bir Facebook grubundan geliyordu. Saldırılar ve bu saldırılarda yaralanıp ölenler hakkında çeşitli yerlerden bilgi alıyordum. Uçakların Beştepe'yi bombaladıklarını, halkın buraya doğru yürüdüğünü, Meclis ve insan kalabalıkları üzerine ateş açıldığını ve ölenlerin olduğunu duyuyordum, ancak bizim dolaştığımız adı geçen yerlerde tek bir asker bile görünmüyordu. Ankara'daki bazı tanıdıklar tanklar üstünde çekildikleri fotoğrafları whatsapp'tan paylaşıp sanırım cesareti artırmaya çalışıyorlardı. Durumun cunta aleyhine döndüğüne emin olduktan sonra aynı taksiciyi arayıp bizi eve götürmesini rica ettik. Taksi trafikten dolayı 20 dk geç geldi ve biz eve geldiğimizde saat 3:00 civarıydı. Hemen TV'yi açtık. Durum hızla devlet lehine dönüyor ve cunta mevzilerini hızla kaybediyordu. Yatsı namazını kılıp TV'nin başına geri döndüm ve olanları izlemeye koyuldum. Sabah namazını 4:00 gibi kıldım ve o anlarda darbe girişiminin başarısız olduğu artık kesin denilebilirdi. 4:30 gibi bir ara salonda uyuyakaldım ve 8:30 gibi uyandım. 1 saat civarı daha TV izledim; artık darbe başarısız olmuş, çoğu yerde cuntacılar teslim olmuştu. Sonra gidip 9:30 gibi yatağa yattım, Ayşe de sanırım ben salonda uyuyakaldığımda gidip yatmış. 15:00 te uyandım ve darbe teşebbüsünün tamamen başarısız olduğunu sevinerek TV'den gördüm.

İnsan medeniyeti ve özgürlüğünün ilerlemesinde esas unsur barış. Savaş ise her türlü medenî ilerlemeyi ve hürriyeti yıkıyor veya belirsiz hale getiriyor. Bu nedenle sokakta can tehlikesi ihtimali olsa bile insanın hürriyeti ve onuru ile yaşayabilmesi için bu gibi durumlarda sokağa çıkmayı doğru buluyorum. Keşke o gece Ankara veya İstanbul'da olsaydım. Siyasî darbe gibi feci haksızlıklara karşı direnirken ölünürse zaten şehit olunacağını düşünüyorum ama çok dikkatli olunması gerektiğini de onaylıyorum. Nihayetinde en değerli şey insan canıdır.

2000'li yıllardan itibaren yavaş yavaş Türkiye'de artık darbe olmaz, herşey çok değişti sözleri duyardık. Bunların gerçek oldukları ortaya çıktı. İnsanların gözündeki cesaret ve cunta nefreti görülmeye değerdi, sevindirici bir manzaraydı. 200 civarı insan öldü, bunların az bir kısmı cuntacı, çoğu direnirken ölen şehitler. Söz konusu tehlikeye rağmen sokağa çıkıp gerçekten şehit olanlar. Allah rahmet etsin.

Bu hadiseden çıkarılması gereken çok dersler var. Bunlardan en önemlilerinden gördüklerini nacizane not edeyim: İlk olarak, halk kendi siyasî iradesini yönelik bir darbe teşebbüsünü sokağa çıkarak engelleyebilir. İkincisi, bundan sonra "cemaat" denen karanlık yapının arkasında duran kim varsa ya gerçeklikten epeyce kopmuştur, ya aklından zoru olan bir mecnundur, ya da ülkesini sevmiyor veya umursamıyordur. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise, üyelerine özgür ve bağımsız düşünceyi öğretemeyen her türlü sosyal ve dinî hareket benzer bir felaketle sonuçlanabilir. 

Bundan sonrasını tahmin etmek zor. Tüm devlet kurumlarında geniş çaplı bir Gülenist temizliği olacağı belli. Ayrıca Gülenciler halk içindeki son desteklerini de bence neredeyse tamamen kaybettiler; artık çok çok küçük bir mecnun azınlık onlara destek verebilir. Bundan sonra neredeyse hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Allah ülkemize bir daha böyle acılar yaşatmasın. Bize haksızlıklara elimizle, dilimizle, kalbimizle göğüs gerecek cesareti versin. Amin.

23 Mart 2016 Çarşamba

Osmanlı Devleti'nde Otoriterizmin Kaynakları

Feroz Ahmad'ın Bir Kimlik Peşinde Türkiye adlı kitabını ilk kez lise kütüphanesinde rastgele bulup okumuştum. Şimdi yıllar sonra bir vesile ile tekrar okumak nasip oldu. Osmanlı kısmını eleştirel gözle okuyup, Osmanlı'da otoriterizmin kaynaklarını tespite çalıştım ve bazı ipuçlarına ulaştım. Bunları muhtemel bir yazının embriyosu kabilinden buraya not edivereyim dedim. İşte o kaynaklar:

İlk olarak Osmanlı’da yeniçeri askerlerini ve üst düzey devlet yetkililerini yetiştirmek için uygulanan devşirme sistemi. Bu sistem bireyi küçük yaşta ailesinden ayırması ve soyundan kısmen koparması açısından insan haklarına muarız gözükmektedir. Çocuk ergenlik dönemini geçinceye kadar ailesinin kendi üzerine karar vermeye dair tabii bir hakkı varken, çocuğun devşirilmesi, devlete tehlikeli derecede bağlı insanların yetişmesine kaynaklık etmiş denebilir. Bu bağlılığın ise sonradan devlet yetkililerinin halktan kopukluğuna ve eleştiri kültürünün gelişmemesine kaynaklık ettiği söylenebilir.

İkincisi, Fatih Mehmet’ten itibaren önleyici birer tedbir olarak uygulanan kardeş katli. Osmanlı’da devletin her türlü amacın üstüne çıkarılması, masum bireylerin yaşamlarının devlet uğruna alınması derecesine çıkacak derecede belirgindir. Devletin bu kadar kutsanmasına dair genel fenomenin tezahürü olan kardeş katli sonucunda merkezi otoriteye alternatif olabilecek ve dolayısıyla meşruiyet iddiasına kalkışabilecek her türlü odak yokedilmek suretiyle muhalefete resmi izin verilmemiştir.
   
Üçüncüsü Osmanlı’da saraya karşı belirli bir bağımsızlığa sahip bir aristokrasinin gelişmesine izin verilmemesi. Osmanlı’da Avrupa’daki gibi bir soylu sınıfının eksikliği, Ahmad’ın dikkat çektiği hususlardan. Bunun sonucunda sultanın kerhen de olsa gücünü paylaşacağı bir odak eksiktir.
            
Dördüncüsü, Osmanlı’da devletin tüm toprakların sahibi olması olgusudur ki bu durum zaten bir aristokrasinin engellenmesinin sebeplerinden birisidir. Bireylerin mülk edinmeye dair doğal haklarını ihlal eden bu uygulama ile Osmanlı Devleti, kapitalist bir şekilde zenginleşerek kendi aleyhine olmasa da güç kazanabilecek maddi girişimi engellemiştir. Bunun sonucunda ise Batı Avrupa’da olduğu gibi saraya muhalif bir burjuva sınıfı Osmanlı’da yetişmemiştir. Bu bahiste Timur Kuran’ın İslam hukukunun Ortadoğu toplumlarının geri kalmaları üzerindeki etkisine dair çalışması hatırlanabilir. Ancak, İslam’ın hangi hukukî yorumunun kastedildiği sorulması gereken bir soru.
            
Beşinci kaynak sultanların yereldeki eşrafın fazlaca sivrilmelerine izin vermemeleri. Bunun belirgin bir örneği olarak 1578’de III. Murat tarafından artan servetinden ve kudretinden korkulduğu için idam edilen Şeytanoğlu gösterilebilir. Ama burada Ahmad, Şeytanoğlu’nun idamı üzerinde tafsilata girmemekte – muhtemel ki Şeytanoğlu yerel bir haydut. Ancak kitabın anlatımından Osmanlı Devleti’nin muhalefet istemediği sonucu çıkarılabilmekte.

            
Otoriterizmin altıncı kaynağı ise ulema’nın neredeyse her türlü reform ve innovasyon çabasına karşı çıkarak İslamî ilimleri tahsilinden kazandığı meşruiyeti suistimal ederek özgürlükler açısından gayri-meşru bir toplumsal sınıf haline gelmesi. Ulema’nın reddettiği en belirgin yenilik matbaanın kabulüdür. Osmanlı Devleti’ne matbaa gibi hayatî önemde bir yenilik Avrypa’dan tam üç asır sonra gelebilmiş.

12 Mart 2016 Cumartesi

"Merkezî Şahsiyet" Kavramı ve Bunun İnşası

Entellektüel tarihle ilgilenen bir okuyucunun dikkatini çekecek ilk hususlardan birisi, sanırım, tarihte bazı şahsiyetlerin şaşırtıcı derecede yüksek nüfuza sahip olmaları olgusu. Bu gibi bir figürü merkezî şahsiyet olarak adlandırsak herhalde hata yapmış olmayız. Buna göre İmam Gazali, Namık Kemal ve John Locke gibi düşünürler bu kategoriye girerler. Bu olgu gittikçe daha fazla dikkatimi celbettiğinden üstüne birkaç not düşmek istedim.

Kavramı biraz açarsak, merkezî şahsiyet, içinde yaşadığı kültür (ülke, ulus, ümmet, medeniyet vs.) dahilinde hemen herkes tarafından, ancak özellikle de o kültürün şekillendiricileri tarafından, sıradışı derecede kendisine kulak verilen ve sözkonusu kültürün üzerinde olağanüstü tesire sahip olan kişidir denilebilir. Böyle kişilerin özellikleri arasında herhangi bir kliğe kesin bir bağlılık "göstermeme", toplumun genel kanaatlerine karşı tedbirli bir saygılılık, hakikat gördükleri şeye karşı güçlü bir samimiyet, çalışkanlık gibi (bazen birbirleriyle uzlaştırılması zor) özellikler bulunur. Mesela Namık Kemal, Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk döneminde yaşamış her Osmanlı-Türkiyeli entellektüelin üzerinde sıradışı bir etki bırakmıştır. Ya da İmam Gazali, onca Müslüman filozofunun fikirlerine karşı giriştiği savaşta sıradışı etkinlik göstermiş ve sonraki süreçte İslam düşüncesinin tam merkezine oturabilmiştir. Benzer şekilde John Locke, kendisinden sonraki İngiltere ve Amerika, daha sonra da tüm dünya siyasî düşünürleri ve siyaset adamları üzerinde olağanüstü bir nüfuz sahibi olmuştur.

Anladığım kadarıyla bu kişiler elde ettikleri bu nüfuzu ince bir strateji sayesinde "üretiyorlar." Yani birçok düşünürün kitaplarında belki de bu kişilerin kitaplarından daha hakikate uygun fikirler var, ancak bu kişilerin yaşayış ve fikirlerini serdediş şekilleri öyle ki, sonuç olarak büyük bir nüfuz doğuruyor. Basitçe, Namık Kemal'i ele alsak, Said Nursi'den Atatürk'e, Mehmet Akif'ten Prens Sabahattin'e kadar hemen her düşünürün üzerinde nasıl bu kadar etkili olabildiğini sormak gerekli. Ki bu zikrettiğim isimlerin fikirleri birbirlerine bazen epeyce uzakken. İlginçlik de burada yatıyor. Ya da mesela Atatürk merkezî bir kişilik değil, çünkü çok düşmanı var ve toplumda ciddi bölünlemelere yol açtı.

Sonuç olarak tarihi şahsiyetlerin hayatlarına çeşitli yerlerde rastlarken "merkezî şahsiyet" kavramını kullanışlı bir analiz aracı olarak kullanmak mümkün gibi. Google'a "central personality" ve merkezî kişilik yazdım, yukarıda kullandığım anlamda herhangi birşey bulamadım. Belki de kaçırdığım birşeyler var, tam bilemiyorum.

29 Şubat 2016 Pazartesi

Kuveytte 2016 Şubatı

Bugüne kadar çeşitli vesilelerle Avrupanın hemen her ülkesinin birkaç şehrini dolaşma fırsatı buldum, ama ilk defa bu Şubat ayında, Şubatı ayının tamamını geçirmek üzere bir doğu ülkesine, Kuveyte gittim. Amaç Kuveyt Üniversitesinde konusu üzerinde henüz tam karar varamadığım doktora tezine yönelik araştırma yapmak, Arapçamı geliştirmek ve Arap kültürünü ve daha önemlisi Arap İslamını tanımaktı. Aynı zamanda eşim Ayşe de Kuveyt üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin dil merkezinde Kuveyt devlet bursu ile 5 ay civarı bir eğitim aldığı için onunla birlikte vakit geçirmenin de iyi olacağını hesap etmiştim. Bu bir ayın üzerine, günlük notu kabilinden buraya birkaç not düşmemin düşüncelerin değişiminin izini sürmek açısından verimli olacağını düşünüyorum. Kısaca yazıvereyim:

İlk olarak Müslüman toplumlarda olması muhtemel değişimlerin gerekçelerinin zorunlu olarak “İslamî” argümanlar üzerine dayandırılması gerektiğine dair kanaatim çok daha güçlendi. Batıda berrak hakikatler var ve Hz. Peygamber, ilim Çin’de de olsa alınız, dedi ama kendi toplumları içinde yaşayan Müslümanlardan çok azı Batıdaki ilmi almaya istekliler. Şarkiyatçıların Müslüman kibri diyerek küçümsedikleri sanırım bu, ama bu kibirden ziyade fazlaca katılaşmış ve kırılması çok zor bir önyargı: “son din bizde, biz her halukarda üstünüz.” Oysaki mesela pagan Stoikler dünyanın belki de gelmiş geçmiş en ahlaklı ve en alimane gruplarındandı, çünkü “tabii dini” tabiat kanunlarını keşfederek epeyce öğrenmişlerdi. Yani hakikat sadece Müslümanlarda değil. Müslümanların avantajı ellerinde vahyedilmiş dinin kitabının bulunması. Ama evreni keşfe çıkan Avrupalılarda da tabii dinin bilgisi var. İlim nerede bulunsa alınmalı, ama Müslümanlar illa onu oldukça dar bir çerçeve ile tanımladıkları İslam’da bulmak istiyorlar. O nedenle Müslüman toplumlarda sosyal bilimciler de pek önemsenmiyor. Kaç kişi var, batının en iyi üniversitelerinde sosyal bilim eğitimi görüp ülkelerine dönmüşler ama yeterince teveccüh görmüyorlar. Ama ilahiyatçı oldunuz mu, argümanlarınızı bazı ayetlerle destekleyecek kadar Kuranî ilimlerden bildiniz mi kulaklar sizi dinliyor. O zaman aslında üniversitelerimizde toplum üzerinde en etkili bölüm ilahiyat fakülteleri olması lazım, ama ilahiyat fakülteleri çok düşük puanlarla öğrenci alıyor – ciddi bir çarpıklık. üniversiteye giriş sınavlarında bedenlerle uğraşan tıp, ruhlarla uğraşan ilahiyatın anlamlı derecede üstünde. Daha fazla uzatmadan sonuca geleyim: bundan sonra siyaset bilimi kadar (hatta ondan daha fazla olacağını umabilirim) ilahiyat üzerine çalışacağım inşallah. Locke’un üç buçuk asır önce uğraştığı soruların Müslüman toplumları ilgilendiren simetrileri zaten hala masada duruyor ve acil cevap bekliyor: İslama uygun ve bireysel özgürlükleri koruyan bir siyasi sistem nasıl kurulabilir? Sanırım siyaset bilimcilerinin ve daha geniş anlamda sosyal bilimcilerin yapmaları gereken şey, pozitif bilimsel yöntemleri kullanarak bilgi üretmektense Müslümanların aciliyetle çözüm bekleyen sorunlarına İslam’a uygun normatif cevaplar vermeleri. Hasılı; kelam, tefsir, hadis, fıkıh, Arapça bilmek lazım. Ayetlerle konuşabilmek lazım. Kuveyte gitmeden önce buna büyük ölçüde karar vermiştim, Kuveytte bu kararım pekişti.

İkinci olarak bir miktar Arapçayı geliştirdim, özellikle konuşma açısından. Haliç lehçesiyle haşır neşir olduk aynı zamanda. Epeyce Mısırlılarda da konuştum, Mısır lehçesinden birşeyler öğrendim. üçüncü olarak, elimdeki The Theological Origins of Liberalism adlı çalışmayı tamamladım. İnşallah birkaç ay içinde basılacak. Duke üniversitesi’nden bir filozof da önsöz yazdı sağolsun. Dördüncüsü, Arapların kültürünü ve İslam anlayışlarını öğrenmeye çalıştım. Kenderi kabilesinden olan ve Kuveyt üniversitesi siyaset bilimi bölümünde 3. sınıf öğrencisi olan bir öğrenciyle iyi arkadaş olduk, akademisyen olmak istiyor. Beni pek çok kültürel ortama soktu. Çadırlarla muhabbet edip hurma yedik, kahve içtik. Kartal, şahin düşkünleri ile oturup sohbet ettik. Divaniyede siyaset konuştuk. Her kabileden birkaç kişi parlamentoya giriyor, o nedenle özellikle güçlü erkekler siyasetle yakından alakalı.

Beşincisi, siyaset bilimi bölümü, şeriat fakültesi ve edebiyat fakültesi dil merkezinde bazı derslere katıldım. Dil merkezinde Ayşeyle beraberdik genelde. Siyaset biliminde ise eğer Amerika bizi korumazsa Kuveyt ülke olarak kalabilecek mi gibi konular tartışıldı.

Son olarak, Şubat ayı hem Kuveytin İngiltereden bağımsızlığını kazanmasının, hem de Irak İşgalinden kurtulmasının yıldönümü olduğu için milli bayram yapılmış. Her tarafta bayraklar, kutlamalar, ülke olma bilinci kazandırmak için çocukların su sıkma oyunu oynamaya alıştırılmaları falan.

1 ay böyle geçti. Günlük notu gibi bunları burada dursun düşüncesiyle kısaca aklıma geleni yazdım.