9 Kasım 2017 Perşembe

İlim Tahsili Teknikleri (2): Zevkler ve Hayret

Aynı başlığı taşıyan geçen yazıda ilim tahsilinin ilk hedefinin aklı putlardan özgürleştirmek olduğunu söyledik. Ki ancak bu sayede akıl gerçeği keşfedebilir ve faydalı olabilir dedik. Ne var ki, Hume'un dediği gibi, akıl putlardan özgürleştiği anda karşısında efendi olarak tutkuları (zevkleri) bulur ve onlara uyar. Bu da ilim tahsiline ket vurur ve zevkperestliğe, keyfinedüşkünlüğe sebep olur dedik. Bu problemin çözümü neler olabilir? Stoacı insanseverlik ve peygamberlerin sünnetlerinde bulunan hayırhahlık bu problemin çözümleri arasındadırlar dedik ama akıl özgürleştiği için bunlara (insansevgisine, insanları neden bu kadar çok sevmemiz gerektiğine) aklî bir temel bulmak lazım, ki bu da bana pek kolay gözükmüyor. Ya da en azından ben bu zamana kadar buna sağlam bir aklî temel bulamadım. Dedik ve orada kaldık. İşte bu yazıda özgürleşmiş aklın keyifdüşkünlüğüne yol açması problemine çözüm olabilecek bir husus üstünde durmak istiyorum.

Evet, bunun bence en köklü çözümü varoluşun sebebini araştırmaktır. Bu sebebi bulmak fevkalade zor olduğu için bu yol hemen her zaman bir hayret hâline yol açar. Izutsu Arapça hayret kelimesini "mystical perplexity (mistik şaşkınlık)" olarak çeviriyor. Bu mistik şaşkınlık hâli yoğunlaştıkça zevklerin gerçekliği azalır. O nedenle zevklerden de özgürleşmiş oluruz ve ilim tahsilinin (dolayısıyla hakikatin araştırılmasının) önündeki engellerin en büyüklerinden biri daha kalkmış olur. (Ama varoluşun sebebi bu soruna çözüm bulmak için araştırılmaz. O bizatihi amaçtır; faydalarından biri de bu soruna şifa olmasıdır. Başka bir faydası da büyümüş egoları mütevazılaştırmak olabilir. Şüphesiz başka faydaları da vardır.)

Hayret hâli herkeste az çok bulunur; bunu yaşayanlardan dinlemek lazım. Mesela Platon'un sanırım Ion dialogunda, Sokrates Ion isimli bir gençle tartışır ve tartışmanın bir noktasında Ion Sokrates'e mealen, Sokrates, ben çeşitli insanlardan senin sürekli hayret içinde bulunduğunu ve kiminle konuşursan onu da hayrete garkettiğini ve bu sayede konuştuğun herkesi, en azından bir süre, kendine benzettiğini duyardım. Şimdi duyduklarımı yaşıyorum. Beni hayret içinde bırakıyorsun, der. Benzer şekilde ehl-i tasavvufun ilginç bir bilinç durumunda, hayret halinde olduğu söylenilegelir. Ben bir keresinde şahit de oldum. Bir tasavvuf ehli, dağda bir köyde kendi evinde, hanımıyla yaşayan bir kişiyle birkaç saat geçirdim. Sıradan davranışları bile insanı etkileyen bir insandı ve o etki kendisinin hayret içinde olmasından kaynaklanıyor kanaati edinmiştim. En büyük filozofların yaptıkları şeylerden birisi içine doğduğumuz sıradan şeyleri felsefî bir şekilde "kurcalamak." Mesela Aristoteles zaman, mekan nedir diye uzun uzun anlatır Fizik isimli kitabında. Dünya neden olduğu şekildedir? sorusuna cevap bulma işi zaten aslında varoluşun sebebini sorgulamaya da götürür.

Aristoteles'in evreni açıklamak için geliştirdiği nedenlerden olan amaçsal neden modernitenin başlangıcıyla birlikte yoksayılmaya başlandığı için varoluşun sebebini inceleme işi artık hurafe benzeri birşey gibi görülmeye başlandı. Böylece hayreti öldürdük. Günümüz dünyasındaki zevklerin tiranlığının en büyük kaynağı budur diye düşünüyorum. Aklın önünü açmak için hayretin öldürülmesi, uzun vadede aklın zevklere köle olmasıyla sonuçlandı. Bakalım buradan nasıl bir çıkış yolu bulunacak? 

Allah hayretimizi artırsın.

Urduca yazılmış bir şiirin bir kısmıyla bitirelim:

Heryerdesin ve değilsin.
Bir bilmecesin.
Eğer fikrimde değilsen, o zaman nasıl anlayayım Tanrı olduğunu?
Bir bilmecesin.

Hayranım bu işe: kimsin sen, nesin?
Elime geldiğinde put oluyorsun, gelmediğinde Tanrı.
Bir bilmecesin.

Akılla sınırlı olan şey nasıl sınırsız olabilir?
Anlaşılan şey nasıl İlah olabilir?
Bir bilmecesin.

Saklanmıyorsun, açığa da çıkmıyorsun.
Kendini izhar ettiğinde, kendini izhar etmiyorsun.
Halletmiyorsun cami ve kilise tartışmasını.
Hakikat nedir, söylemiyorsun.
Bir bilmecesin.

Hayret kalbimi tuhaf bir renge boyadı.
Alt-üst olmuş bir resim çizdi. 
Nedir bu sır, anlamıyorum.
En baştan beri oynadığın bu oyun nedir?
Bir bilmecesin.

...

Naz Khayalavi (ö. 2010)

4 Kasım 2017 Cumartesi

Hakikat Piyasasının İşleyişi

Hakikatin bir piyasası var mıdır? Neden olmasın? Bence "mâlik" olunabilecek herşeyin bir piyasasının da olması lazım: üzümün, elektriğin ve akıllı telefonların bir piyasası olduğu gibi sevginin, dinin ve dahi hakikatin bir piyasasının olması icap eder. Bu yazıda hakikat piyasasının işleyişini açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle piyasayı ne olarak anladığımı ortaya koyayım ki piyasa sözünü duyunca tüyleri diken diken olanların tezviratlarından paçamı peşinen sıyırayım. Ben nacizane piyasayı "şeylerin serbest mübadelesi" olarak anlıyorum. Buradaki şey, herşey olabildiğinden ötürü herşeyin piyasasının olması mümkün. İnsanoğlu bu zamana kadar sahip olabildiği neyi satmamıştır ki? Satma kelimesini kullanınca yanlış anlaşılmasın, ona kibarca değiş-tokuş diyelim. ("Satma" kelimesindeki kötü çağrışımını da not düşelim.) Piyasanın ardından hemen "hakikat"i de ne olarak anladığımı söyleyeyim: hakikat = doğruluğu kesin olan (ve özellikle de beşerî varoluşu ilgilendiren) bilgi. Eğer bu iki tanım üzerine doğru akıl yürütüp hakikat piyasasının işleyişini çözebilirsek iyi hakikatperestler olabiliriz. Nasıl ki bir zeytin yetiştiricisi zeytin ve zeytinyağı piyasasının işleyişini iyi bilmelidir, onu iyi takip eder, ancak bu şekilde para kazanabilir; eğer biz de hakikat piyasasının işleyişini iyice tespit edebilirsek ancak o şekilde bu piyasada ayakta kalabiliriz. Dolayısıyla hakikatle iştigal eden herkes bu piyasanın kurallarını ve işleyişini bilmeli.

Hakikatin piyasasının olması lazım dedik, ancak bu piyasa geleneksel olarak alınıp satılan ev, arsa, üzüm, akıllı telefon piyasası gibi durmuyor, çünkü hakikat piyasasının ilk normatif/ahlakî kuralı hakikatin tabiatı itibariyle alınıp satılan, birşey karşılığında tebadül edilen birşey olmadığıdır. (Ya da, daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, hakikat satıcısı sattığı hakikatin karşılığını uzun vadede huzurlu bir dünya ve ahiret hayatı olarak alır.) Mesela Kuran'da açıkça ve defaatle, doğruları getiren ve bunun karşılığında hiçbir ücret istemeyen kişilerden bahsedilir. Bu kişiler peygamberlerdir. Hatta Kuran'a bakarak bir kişinin peygamber olmasının en temel delillerinden birisinin savunduğu fikirler karşılığında hiçbirşey istememesidir. Dolayısıyla hakikat bedava olmalıdır. (Hakikati basit anlamda dini bilgi olarak değerlendirmiyorum ancak peygamberlerin savunduğu fikirlerin önemli bir kısmının Locke'un, Horkheimer'ın, Heideger'in fikirlerinden tabiat itibariyle farklı olduğunu söylememiz bana kolay gözükmüyor. Bu durum, hakikati dini ve dünyevi diye ayırmayan yaklaşımı kabul ettiğimden kaynaklanıyor.)

Ancak, dikkat buyuralım, hakikatin tabiat itibariyle alınıp satılan birşey olmadığı gerçeği normatif bir kuraldır; gerçek hayatta çoğunlukla hakikat alınır da satılır da. Ancak bir kere hakikat karşılığında bir ücret istendi mi mal bozuluyor; böyle bir tebadülün konusu olan hakikat kokuyor. Türkiye'deki ilahiyat ve felsefe bölümlerinin Türkiye toplumu üzerindeki etkilerinin azlığı, satılığa çıkarılmış hakikatlerin nasıl bozulduğu hakkında fikir verici olabilir. O zaman şunu hipotetize edebilir miyiz: hakikat üreticiliği, toplayıcılığı, biriktiriciliği ve yayıcılığı yapan bir kimsenin bu iş mukabilinde bir bedel elde etmiyor olması gerekir. Ebu Hanife'nin kendisine teklif edilen kamu görevini (kadılık) almakta gösterdiği isteksizlik, onun hakikat piyasasının işleyişinin bu yönünü bildiğine işaret ediyor. Sokrates'in durumu da buna benzer; hiçbir kamu görevi üstlenmemiş. Platon'un Devlet'inde anlatılıyor.

Sanırım hakikatin dünyevî bir ücret karşılığında satılması sadece hakikate zarar vermiyor, satıcıya da zarar veriyor. Ücret karşılığında tebadül edilmemesi gereken birşeyi ücret karşılığında tebadül edince, aradaki tebadülcü de zarar görüyor: yozlaşıyor. Bu ise hakikat piyasasının ikinci doğal kanununu oluşturuyor.

Her piyasa gibi hakikat piyasası da partikülaristik, incelikli ve karmaşık. Sorulması gereken bana göre zor sorulardan birisi de hakikat piyasasının hangi somut temel üzerinde işlediği sorusu? Hakikatin toplum içerisinde tedavülünü sağlayan mekanizma en temel olarak nereye dayanıyor? İnsan bu problemi kelimelere dökmekte zorlanıyor. Demek istediğim şu: mesela özel taşıtların bir piyasası var ve özel taşıtlar insanın belirli bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlar. O nedenle alınıp satılıyorlar, mâlikleri onları korumaya çalışıyor vs. Peki, hakikat toplum içinde insanların hangi ihtiyacını karşılıyor? İnsanların hangi ortak yönü, insanların içlerindeki hangi aynı özellik hakikatin onlar tarafından kabulünü sağlıyor?

İşte burada tanrısal birşeyler var. İnsan aklının eğilimi hakikati anlama yönünde; bu nedenle hakikat hiç yokolmuyor ve insan aklının bilme açlığını doyurduğu oranda bilişsel zevk veriyor. O hiç yokolmadığı için de insan ırkı yeryüzünden silinmiyor. İnsanlar hakikati tamamen kaybetseler Hobbesçu tabiat haline dönüp insan insanın kurdu olabilirdi. Herkesin herkesle savaşacağı böyle bir ortamda insanlar akıllı canavarlardan farksız olacaklardı.

Bunu şöyle senaryolaştırsak: Mesela bir biliminsanı labaratuvarda çok sayıda karıncayı onların uygun yaşama ortamını oluşturarak kapalı bir ortama koysa sözkonusu karınca popülasyonunu kaç gün, ay, yıl devam ettirebilir. Herhalde çok uzun süre devam ettirmekte zorlanacaktır. Bir de aynı ortama diğer canlılardan dahil ettiğini düşünelim. Senaryo ne kadar karmaşıklaşırsa deneyi sürdürmek o kadar zorlaşıcak gibi görünüyor, çünkü bir kaos ortamı oluşmaya başlıyor ve mevcut mekanizme bir yerde kendi kendini yokediyor. İşte; Tanrı bunca insanın birarada yaşayacağı, üstüne üstlük gittikçe çoğalacakları şekilde bir mekanizma kurabiliyor. Ayrıca bu mekanizmada türler birbirinden evrimleşerek meydana geliyor. Ne muhteşem! Evrim Tanrının ihtişamını daha da artırıyor.

Hakikat piyasasının işleyişini anlamakta katedilecek daha çok yol var. Acziyetimi bildiyorum.

İlim talebi teknikleri (1)

1. 3L ilkesi: Life-Long Learning. Ömür boyu öğrenme. Bunu sağlayabilmek için temel olarak iki şey yapmak lazım. İlk olarak, öğrenmeyi süreklileştirecek kadar çok motivasyon gerek. Ancak bunu nereden ve nasıl temin edebiliriz? Benim bu soruya verdiğim cevap, bana çok önemli gelen belirli soruların peşinden koşma şeklinde. Ancak sanırım bununla olay bitmiyor. Hedonizme düşmemek de lazım. İnsan aklı zincirlerinden özgürleştiği anda karşısında itaat edecek bir efendi olarak zevkleri buluyor ve zevkler hemen insan iradesine boyun eğdiriyor. Tarih boyunca bunun sayısız örnekleri var, kendi içimizde bile sayısız örneği var, hepimizin malumudur. O zaman özgürleşme ile öğrenme motivasyonu arasında gizli ve tehlikeli bir çelişki var. Mesela, fazlaca dogmatik bir dindar veya bir sosyalist, veya bir milliyetçi, sözkonusu ideolojiler uğruna kendini bir şekilde öğrenmeye (eskilerin tabiriyle ilim tahsiline) adayabilir. Ancak aklı, bu fikriyatların 'gereksiz' dogmalarından özgürleştikten sonra, Hume'un kehaneti hemen kendini gösterir. Akıl, tutkuların yalnızca kölesi olabilir. O zaman akla daha büyük bir zevk aracı veya rasyonel bir çok-güçlü-motive edici kaynak göstermek gerekli ki tutkulara bağlanmasın. Burası çok ilginç bir nokta. Şahsen ben bu meseleyi anlamak için 2 yıldır akıl-irade-vahiy-tutku ilişkileri üzerine okuyorum, yine de hala çözemediğim çok yer var. Ama şu soruya kaba taslak bir cevap verebileceğimi söyleyebilirim: Akıl eğer geleneğin veya herhangi bir ideolojinin veya bağnazca yorumlanan bir dinin dogmalarından özgürleşmişse onun tutkuların kölesi olmasını nasıl engelleyeceğiz? Başka bir tabirle, eğer akıl için ayıp, günah, davaya muhalif, ülküye ihanet gibi kavramlar anlamsızlaşmışsa onu tutkuların kölesi olmaktan alıkoyacak araç nedir? That's the question.

Bu sorunun ihtişamını anladıktan sonra Kuran'daki altlarından ırmaklar akan cennetler, hiçbir gözün görmediği meyveler, huriler gibi zevk araçlarını Allah neden insan aklına sunuyor? sorusuna cevap verebiliriz. İnsanı en iyi tanıyan varlık olan Tanrı, özgürleşmiş bir insan aklının neyi isteyeceğini de biliyor. O nedenle iyilik yapanlara bunların teklif edilmesini eleştirmek aslında bir cehalet tezahürü. Özgür bir aklın bunları elde etmek için çabalaması beklenir. Benim görebildiğim kadarıyla da liberallerin genelde zevkperestliğe yönelmelerinin sebebi bu. En önce liberalleşen hangi toplum varsa zevk tatmini sektöründe en önde gidenler onlar, dünyaya bakınız. İbni Haldun'un dediği gibi.

Burada aklın özgürleştirilmesi gerektiği düşüncesini bir önkabul olarak aldığım zaten açık. Zira özgür olmayan akıldan pek de faydalı ilim sadır olmadığı tarihi tecrübelerle sanırım sabit. O zaman soruyu tekrar soralım: Özgür bir aklı ilim tahsiline nasıl kanalize edeceğiz? Bu meşakkate katlanmaya onu nasıl ve neyle ikna edeceğiz?

Bu soru Locke'un ahlak felsefesinde en çok üzerinde durduğu noktalardan birisi. Locke, gittikçe kendi kendisiyle uğraşan, başkalarına yardım etmekten imtina eden birisi olmuş hayatında. Çünkü adil olanın bu olduğunu düşünüyor. Öğrenmekten, felsefe yapmaktan kuvvetli bir haz duyuyor ve bu onun derin ilminin arkasındaki en güçlü motivasyonlardan birisi, belki de en güçlüsü bu. Bunun yanında bir de o kalibredeki insanların bir kısmında bulunan philanthropos ideali var; insan-sevgisi demek. Yani bir anlamda kendini insanların hayrına adamak, insanlara yardım etmeye adamak. Romalı stoacılarda ve Hristiyan kültüründe varolan bir tema bu. İlginç bir şekilde Nursi'de de bu temayı görmek mümkün. Kendi benliğini fevkalade ikincilleştirip tamamen insanların hayrına çalışmak. Mesela Locke, Amsterdam'da sürgün hayatı yaşarken bir entellektüel klüp kurup, bu kulübün üyelerinin toplanmasına dair usülleri yazıyor. Bu usüllerin başında ise bu kulübün insanların faydası için çalışacağına yemin etmek geliyor. Yine ilginç bir şekilde masonik örgütlerde de buna benzer bir tema var gibi gözüküyor, ama karanlık bir alan olduğu için çözmesi zor; sanırım aldatmaca, gözboyamaca. Ancak burada insanların hayrına çalışmak ideali kendi başına bir amaç olacak gibi midir? Neden insanların hayrına çalışalım ki? İnsanları daha iyi yapmak için bunca meşakkate katlanmak neden? Zaten herşey olacağına varmıyor mu? Dipsiz bir soru.

Uzun lafın kısası şahsen ben bu idealin, insanların hayrına çalışma idealinin, hayırhahlık idealinin, özgürleşmiş bir aklın en güçlü motivasyon kaynaklarından birisi olduğunu düşünüyorum ama bunu yeterince sağlam bir temele dayandıramıyorum. Bu konuda Hz. Muhammed'in sünneti, insanların hayrına çalışması önemli bir dayanak noktası şüphesiz. Ama akılcı bir temel de bulmak lazım.

Konu kısmen saptı. Sesli düşünmüş oldum.