24 Mart 2015 Salı

Güçlü birey yetiştirme üzerine..

Akşam otobüste bir konferanstan eve gelirken otobüsün içinde el ele tutuşmuş iki çocuk gördüm. Muhtemelen abi-kardeş. Birisi takriben 8, diğeri de 6-7 yaşlarında. Sırtlarında birer okul çantası, belli ki okuldan eve geliyorlar.

Bu kadar küçük çocukların Türkiye'de yalnız görülmeleri, hele de bir halk otobüsünde şehrin bir yerinden başka bir yerine gitmeleri alışıldık bir görüntü değil.

Geçenlerde bir araştırma görevlisi arkadaşla birlikte sohbet ederken Litvanya'da 6 yaşında bir çocuğun her gün 5 km'lik mesafedeki okuluna bisikletle gidip geldiğine şahit olduğunu söylemişti. Ben de Avrupa'nın farklı yerlerinde benzer şeylere tanıklık ettim.

Otobüsteki bu iki küçük çocuğu izleyince aklıma birkaç düşünce geldi. Bizim memlekette çocuk yetiştirme kültürünün çok problemli olduğunu düşünüyorum. Benim tanıdığım hiçbir aile, mesela, 6 yaşındaki çocuğunun 5 km'lik okuluna bisikletle veya yürüyerek gitmesine izin vermez, ya servisle veya kendi aracıyla götürür; sizin de malumunuzdur. Neden? Çocuğun bedeni zarar görmesin. Eyvallah, ama ya kişiliği? Çocuğun bedeni zarar görmesin derken kişiliğini öldürmüyor muyuz?

Güzel ülkemizde bedeni sağlam pek çok insan var, ancak oldukça da etkisiz bir toplum değil miyiz? Şöyle ki; 80 milyon kişilik ülkeyiz ama dünyadaki birçok daha az sayıdaki toplumdan birçok alanda çok çok daha az etkiliyiz.

Ucuz laf söylemeyeyim. Sadede geleyim: Bırakın çocuğunuz, tabi ki şer'an meşru dairede, herşeyini kendi halletmesini öğrensin. 5 km'lik okula giderken araba çarpıp bir tarafı zarar görecekse de, etkisiz ve kişiliği zayıf birisi olacağına, varsın bedeni zarar görsün. Hiç olmadı bir tane daha çocuk yaparsınız. Zaten 7-8 yaşından sonra bedenî tehlike de kalmaz. Hem de siz rahat edersiniz; böyle çocuk bakması kolay olur çünkü.

6 yaşındaki bir çocuk her gün 5 km okula git-gel yapıyorsa bu çocuktan büyüyünce neler olmaz değil mi? Böyle birisi ekmeğini taştan çıkarır alimallah. Yolda düşüp sakat kalsa bile, muhtemelen, sağlam 100 adamdan daha nüfuzlu bir birey yetişir.

Son olarak, ilginçtir, John Locke'un Eğitim Üzerine Düşünceler isimli bir kitabı var. Bence her anne-babanın kesinlikle okuması gereken bir eser. Locke hiç evlenmemiş, dolayısıyla çocuğu da hiç olmamış, ama yine de fevkalade kitap.

Sonsöz: Çocuğunuza mümkün olan en az müdahaleyi yapınız. Bırakınız, kendi halinde büyüsün.

22 Mart 2015 Pazar

Kelimeler Üzerinden Türk Zihniyeti Tahlili (1): "İhanet"

Foucault'nun dediği gibi, her kelime yüklüdür. Kimisinin sırtında güç vardır, kimisi her telaffuz edildiğinde, tek başına söylense bile, kendi anlamından daha fazlasını ifade eder, zihnimizin derinliklerinde bir şeyleri pekiştirir. Söylenen ile görülen arasında hep bir mücadele vardır.

"İhanet" kelimesi neyle yüklü?

Öncelikle kolektivizmle yüklüdür. İhanet, bir kişinin bir başkasına veya bir gruba karşı yaptığı sırttan vurma eylemidir. Bizim siyasi lügatımızda genelde bir azınlığın veya bir bireyin, bir grubu arkadan vurmasını veya ondan basitçe ayrılmasını kasteder. Bu ayrılışın ise, hemen her zaman kötü bir fiil olduğu önkabulü vardır, ki bu sayede, bu gibi ayrılışlara ihanet adı takılabilir. Dolayısıyla ihanet kelimesinin ilk yükü, "Gruptan kopmak kötüdür." Vıcık vıcık kolektivizm. Bireyselliğin gizlice ezilmesi.

İkinci olarak farklılık eleştirisi yüklüdür, ki bu, zaten, ilk yükle de bağlantılı. Farklı olmanın hain olmaya yakın olduğu bir sosyo-politik iklimde ihanet kelimesi fevkalade kullanışlıdır. Bu memlekette bir zaman sosyalizm bir farklılıktı, insanlar alışıncaya dek, sosyalistler ihanetle suçlandı. Liberalizm ise hala bir farklılık; şüphe uyandırıyor. O nedenle, insanlar bu "farklılığa" da alışıncaya dek, liberaller ihanetle suçlanmaya devam edecek, maalesef.

Son olarak güç-sevgisi, dolayısıyla ben-sevgisi ile yüklü. Neden birisinin size "ihanet" etmesini istemezsiniz? Azalmamak için. Neden azalmamak istersiniz? Güçlü olmak için. Birileri sizden fikren ayrıldığında onu ihanetle suçlayacak derecede gücü neden seversiniz? Kendinizi çok sevdiğiniz için.

Dolayısıyla, fikrî bir farklılığı ihanetle suçlayan kişi:
1) Kolektivisttir.
2) Tahammülsüzdür.
3) Kendisini haketmediği kadar çok sevmektedir.

Yine dolayısıyla, "ihanet" kelimesi siyasî bağlamda hemen her telaffuz edildiğinde;

1) Kolektiviteyi yüceltir, bireyi ezer.
2) Aynılığı yüceltir, farklılığı ezer.
3) Güç-sevgisini ve ben-sevgisini (epeyce gizlice) yüceltir, diğergamlığı ve alçakgönüllülüğü (epeyce gizlice) ezer.

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Ege Şive Sözlüğü Denemesi

Ege şivesi, malum, sıcaktır. Kulağa hoş gelir. Son zamanlarda Dondurmam Gaymak, Yeşil Deniz gibi tv yapımları ile meşhur da oldu. Hazır ben de İzmir, Menemenliyken, Ege şivesinin aklıma gelen bazı kelime, tamlama, deyim ve atasözlerini yazıvereyim dedim.

Bu düşünce aslında aklımda çoktan beri vardı. Sevan Nişanyan'ın Türkiye yer isimleri sözlüğü yapma fikri var; hapishanede yapabilir mi bilmem gerçi. Biraz oradan ilham aldım. Bir de, bence herkes şiveler mevzusunda eteğindekileri dökmelidir. Çünkü şive kelimeleri hızla yokolup gidiyorlar, hızla modernleşiyoruz ya. İnşallah dilbilimcilerimiz ve antropologlarımız bu işe de bi el atarlar.

İlk yazışımda argo ve küfür kabilinden olanları da yazmıştım ama bir arkadaş tepki gösterdi. E unutulsun mu bu kelimeler dedim. Unutulabilir. Nasıl olsa kötü kelimeler di mi? O nedenle onları sildim.

Katkılarınızla zenginleşmesini umuyorum. İşte benim eteğimdeki taşlar:

-- ayyoo!: genelde kadınların kullandığı ayyy gibi bir ünlem.
-- ay: kadınların birbirlerine hitap tarzı, arkadaş, ahbap (ünlem olan 'ay' değil). bkz: "karşı"
-- çingil: küçük üzüm salkımı.
-- fatmak: (karpuz vs. gibi şeyleri) kırmak, parçalamak.
-- çocuğumuz!: tanıdık ve yaşça küçük birine karşı hitap tarzı.
-- gidişmek: kaşınmak.
-- gidişken: çok kaşınan
-- ippoo!: eyvah anlamına gelen ünlem
-- karşı: kadınların birbirlerine karşı hitap ifadesi, arkadaş, ahbap, bkz: "ay"
-- günü gelesice: bir çeşit beddua
-- kör olasıca: en fenalarından bir beddua
-- garkolasıca: bir çeşit beddua (garkolmak=boğulmak'tan geliyor)
-- yanşamak: konuşmak, anlatmak (bu fiil Orta Asya Türkî dillerde de aynı anlamda kullanılmaktadır)
-- zerem: 'zira' kelimesinin Egecesi
-- debzek: galiba 'zevzek' kelimesinin Egecesi, ama sakar, serseri anlamında
-- olmaz olasıca: bir çeşit beddua
-- gavur çanağı gibi kapanmak: yüzü aşağı doğru uyumak
-- negerek: abur cubur
-- ünlemek: çağırmak, bağırmak, seslenmek
-- yavrumuz: yaşlıların tanıdığı ve sevdiği kişilere karşı kullandkları bir hitap tarzı
-- köküne kıran giresice: bir çeşit beddua
-- gayrı (ya da gâri): 'artık' anlamına gelen bir edat
-- sarı aşı (ya da saraşı): genelde bir cenazenin ardından hayır olarak dağıtılan, koyu sarı renkte tatlı bir yiyecek (sonradan öğrendim, zâde de denirmiş)
-- paldumsuz: sakar
-- şipidek: terlik
--  deyimbirpatırtı: küçük, kolay, hafif gibi sıfatlar yerine kullanılan en ilginç Egece kelimelerden biri
-- belenağarı: 'deyimbirpatırtı' ile aynı anlamda, küçük, kolay, hafif gibi azlık belirten sıfatlar yerine kullanılır
-- usullencik: sessizce
-- usul: sessiz (galiba akıl anlamına gelen eski Türkçe'deki us kelimesinden geliyor)
-- kahpe nalı: sevilen birine karşı kullanılan bir hitap tarzı
-- sehelcik: küçücük ('kolay' anlamına gelen Arapça 'sehl' kelimesinden türetilme)
-- Şinasi şu senin son şansın: bir tekerleme, İzmir'den başka hiçbir yerde duymadım.
-- sadeç (ya da saç): erkeklerin birbirlerine karşı 'arkadaş, ahbap' anlamında kullandıkları hitap tarzı
-- zipletmek: arının sokması
-- yavuz: İzmirce de 'güzel' demek.
-- şatır: genelde bebekler için kullanılan, şirin anlamına gelen kelime
-- uğur ola: hoşçakal, elveda (en sevdiğim kelimelerden birisi)
-- dabırtmak: kışkırtmak, dellendirmek
-- Almayacağın pekmezin içine su katmak.: Sonuca bağlamayacağı bir işle ilgilenmek.
-- Pabucun goncuna kızın gencine bak: Atasözü. Anlamı belli.
-- Oha dedikçe köken içine gitmek: Yapma dedikçe inadına yapmak anlamında bir deyim.
-- Al yakışırken el bakışırken Allah canımızı alsın.: Aşırı yaşlanıp yatağa düşmeden ölmek istemenin ifadesi bir deyim.
-- Kız anası minder ağası, oğlan anası kapı söğesi.: Kızların annesinin itibar gördüğünü, erkeklerin annesinin itibar görmediğini ifade eden bir atasözü.
-- bulup bulumsuramak: elindekini beğenmemek anlamında oldukça orijinal bir deyim
-- yemen tiryakisi: çok kahve içenler için kullanılan deyim.
-- arabın avanağı gibi gözünü ağartmak: Bir şey yapılıyorken geride durmak anlamında bir deyim.
-- şeytanın imam evinden kaçtığı gibi: hızla, süratle anlamına gelen bir deyim
--  çingenenin karı boşadığı vakit: akşam vakti (bir işi olmayacak bir vakitte yapmayı eleştirmek için kullanılır)
-- tömbültekerlek: tepetaklak
-- tırsak: çok korkak, çok tırsan.
-- kuru gamit: çok zayıf kişiler için kullanılır.
-- par par parlamak: yakmak, kavurmak (mesele kolonyanın bir yarayı yakması, parlaması)
-- yüreği ılım ılım ılımak: yüreği acımak, merhamer hissetmek
-- Kazın yavrusu güzün sayılır: Bir atasözü, anlamını hatırlayamadım. Galiba bir şeyi doğru zamanda yapmanın önemine işaret ediyor.
-- yepilemek (ya da lepilemek): (hamur vs.) açmak.
-- gavata: küçük plastik kap (Kelime yunancada çanak, tabak anlamına geliyor, Yunanca bir sözlüğü karıştırırken rastlamış ve şok olmuştum, bingo!!)
-- ekmeğin kaymağa bulaşması: sözkonus şeyin epeyce hallolması, yapılması vs.
-- kırca kırca kar yağmak: lapa lapa kar yağmak
-- dımzık: çok yemek seçen veya çok titiz kimseler için kullanılır
-- bir şeyi karnına katmak: bir şey hususunda içi rahat etmek

Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Rastladıkça bu listeyi uzatmayı düşünüyorum. Anadolu şiveleri sözlüğü gibi bir eser yazılsa aslında, ne güzel olur.

20 Mart 2015 eklemesi: Bir arkadaş mesaj gönderip bazı yeni kelimeler söyledi. İşte onlar:

-- gülüm: yaşta küçük çocuklara karşı kullanılan bir sevgi hitabı
-- terlik: özellikle yaşlı ve evli kadınların sokağa çıkarken büründükleri bütün vücudu kaplayan genellikle siyah örtü, çarşaf, neredeyse sadece köylerde kullanılır olmuştur.
-- kuyma: fırında pişirilen bir börek türü
-- sepet atmak: çocukların köylerde bir evin kapısını çalıp, önüne sepet bırakarak kaçması oyunu. Amaç, hem saklambaç oynayıp, hem de sepetin içine konulacak yiyecekleri ev sahibine görünmeden almaktır.
-- şebek çıkarmak: düğün, sünnet düğünü gibi merasimlerde genelde düğün sahibinin akraba veya tanıdıklarından olan bir veya birkaç erkeğin, kadın kılığına girerek oynaması sonucu oluşan güldürü
-- çelik çomak: terlikler ve ayakkabılar ile oynanan bir çeşit çocuk oyunu
-- ortada sıçan: yakar top oyununun İzmir'cesi
-- katır gibi olmak: güçlü veya inatçı olmak
-- Taş gibi yatayım, kuş gibi kalkayım: Yaşlıların çocuklara öğrettikleri yatarken edilen bir dua
-- karnı geniş olmak: pimpiriki olmamak
-- kurk: civcivleri olan anne tavuk
-- ineğin boşanması: evli ineğin eşinden ayrılması (şaka şaka, öyle şey olur mu hiç:) İneğin ipini koparıp kaçması demek. Ege tv'yi kurban bayramında izleyin, duyarsınız:)
-- tutmaç: hamurdan yapılan ev makarnası çorbası

20 Mart 2015 akşam eklemesi (Eklemeyi yapan Cahilcühela'ya teşekkür):

-- enkire: şuraya anlamında bir işaret edatı
-- pek dayı: çok güzel, çok hoş anlamında bir ifade
-- viri: Afyon taraflarında 'hadi ya' manasında bir şaşırma ünlemi
-- Şap gadanak: şap diye olan, aniden olan manasında bir ifade
-- gevrek: simit (nasıl da unutmuşum)
-- çiğdem: ayçiçeği çekirdeği, çekirdek
-- boyoz: küçük yuvarlak poğaça (İspanyol yahudicesinden geliyor. İspanyollar Reconquista ile İberya'yı tekrar ele geçirince Yahudiler soluğu Anadolu'da almış. Boyoz, eskiden bolloz yazılırmış, ama boyoz okunur. Sevilla yazılıp Seviya okunması gibi. Literal anlamı yuvarlak, top. İngilizce ball kelimesi ile aynı kökten. İzmirde artık bir avuç yahudi kaldıysa da, boyoz herkesin sevdiği bir kahvaltılık.)

7 Nisan eklemesi:

-- ündürge veya üngürdü: (Ödemiş taraflarında) işte buraya, şurada.

2 Haziran eklemesi:

-- hurdeşene karmak: merak ederek evham yapmak.
-- güvey: damat
-- Güvenme dayına, ekmek al yanına. (Anlamı belli. Toplumumuzdaki sosyal güvensizliğin boyutları hakkında fikir verici bir atasözü. Benzer anlamda epeyce atasözü, deyim vardır muhtemelen.)
-- kırkfikir: fikirden fikire atlayan, kararsız.
-- göfer: enerji (Evet, enerji kelimesinin Türkçesi bu işte. Anadoluda aynı zamanda tâkat da kullanılır ama tâkat Arapçadır. Enerjinin Türkçesi tam olarak 'göfer'.)

7 Temmuz eklemesi:

- vakfın eşeği (asıl okunuşu "makıfın eşşeğ"): herkesin ortaklaşa kullandığı şeylere denilir. Biraz olumsuz tınısı da var ki bu tını vakıf mallarının nasıl suistimal edildiğine, biraz da "ortak malların trajedisi"nee işaret etmesi bakımından dikkate şayandır.
- çıvmak: hızlıca üzerine atlamak/uçmak (Mesela, "Kedi, sıkışınca köpeğin üstüne çıvdı.")

En son eklemeyi 7 Temmuz 2015'te yapmışım. Aradan nerdeyse bir yıl geçmiş. Aşağıdakiler 9 Temmuz 2016 eklemesi:

- mehdibollu: çok bolluk (Bu kelimeyi babaannemden sadece bir kez duydum. O nedenle bu kelimeyi çok çok az kimse biliyor olabilir. Nesli tükenmek üzere olan bir yaratık gibi.)
- tartı: kahverengi ve pütür pütür olduğu ana kadar hiç durmadan sütü kaynatınca (aslında kavurmak deniliyor; yani "tartı kavurmak") acayip bir süt ürünü ortaya çıkıyor. Mantıyla veya kahvaltıda çok iyi gidiyor. Şu ana kadar bu süt ürününü dünya üstünde Menemenlilerden başka bilen görmedim. "tartı" kelimesi de sanki "tortu"dan geliyor gibi.)
- tutmaç: eskiden yaşlıların hamurları ince ince kıyarak yaptıkları şehriyeden pişirilen çorbanın adı
- yılbaşında kapı eşiğinde ekşi nar fatmak: yukarda "fatmak" kelimesinin anlamını yazmıştım, fatmak=kırmak, parmalamak (özellikle karpuz gibi meyveleri). Bu deyim ise bir batıl inanç. Yılbaşında kapı eşiğinde ekşi nar fatmanın uğur getireceğine inanılıyor.
- dağ ayısı gibi: cahil ve kaba olmak
- kara getirmek: olumsuz bir anlamı var, galiba çok üzülmek demek, emin değilim
- tırkaz: özellikle bahçeli evlerin avlu kapılarına takılan demir kilit ("tırkazlı": kilitli demek. Kökü Yunanca olabilir.
- yelgen: su testisi (Bu arada, Menemen ilçesi Menemen yemeği kadar testileriyle de ünlü. Bunun nedeni ise başka bir yazıya konu olacak kadar uzun ama özetleyeyim: 8-10 bin yıl kadar önce bugün Menemen'in 25 km kadar uzağında olan deniz Menemen'in tam kenarındaymış, yani Menemen bir liman kentiymiş. Menemen'in kenarından geçen Gediz nehrinin oluşturduğu deltada yetişen üzümlerden yapılan şaraplar deniz yoluyla ihraç edilir ve aynı zamanda gemi mürettebatının içmesi için tabanı sivri (ve o nedenle sadece yan konulabilen) testilere konulup güverteye öyleye bırakılırmış. Böylece testi gemi yol aldıkça sallanır, içindeki şarap da çalkalanır ve tortulanmazmış. Bu tarz testiler artık pek görülmez oldu, işlevsiz hale geldikleri için. Uzun lafın kısası, Menemen iyi üzüm şarabı, Gediz nehrinden çıkarılan balçık ve limanın bir araya gelmesi sonucu testileriyle ünlenmiş. Son olarak bu testilerin ismi sanırım Amora veya amorfu gibi birşeydi. Kelimenin kökünü bilmiyorum ama amorf kelimesi Yunanca'da ve ingilizcede biçimsiz anlamına geliyor. Kelimenin başındaki a, olumsuzluk eki. Morf ise şekil demek. Morfoloji şekil bilimi demek mesela. Amorf ise şekilsiz demek. Belki buradan geliyor. Dolayısıyla bu kelime modern Egedeki Helen kültürü fenomeninin sadece küçük bir parçası).
- kalgıllamak: zıplamak
- hinayet: tembel (galiba hiyanet kelimesinin yozlaşmış hali)
- deli pabucunu giydirmek: birisini çok kızdırmak, dellendirmek
- fıymak: fırlamak
- iş kesmek: eziyet vermek
- tensiz: yaramaz (galiba densiz kelimesinin şiveli hali, ama anlam farklı olduğu için buraya yazmayı uygun buldum)
- fingo: kibrit
- hınşırmak: döve döve haşat etmek
- hoppan kalkmak: çok korkmak veya büyük tepki vermek
- nane molla: çıt kırıldım (bu kelimenin köküne hayalen inilebilir. Mesela şöyle türemiş olabilir. Eskiden din alimi olan mollalar vardı. Bunlar genelde insanların zor dedikleri işleri de yaparlardı. Ama bunlardan bazısı zora gelemezdi ve bunlara molla değil de, muhtemelen gıyaben nane molla derlerdi, sonra zamanla bu kelime çıt kırıldım'ın yerine geçti. Eğer olay böyle ise, bu olgu Ege bölgesinin ruhban sınıfına yönelik karşıtlığının eskiliğine dair bir fikir verebilir.)
- çember: tülbent
- acızlık getirmek: acizlik yapmak
- gavlamak (aslı kavlamak): kabuk atmak (mesela denizde yüzünce insanın kulakları ve burnu kavlar, yani kabuk atar. E tabi cilt kremleri çıkınca böyle kelimeler de ölüyor. Çünkü artık pek az kimsenin bir yerleri gavlıyor.)

21 Ağustos eklemesi:

- Yukarıda çok nadir bir kelime yazmıştım: mehdibollu. Bu kelimenin anlamını daha sonra sorup öğrendim. Kelimenin aslı "mehdi bolluğu". Yani kelime değil, bir deyim bu. Mehdi bolluğu = çok bolluk demek. Herhalde mehdinin getireceği bolluk kastediliyor.
- illê türes (ê = uzun e): doğru düzgün. Mesela; bir işi illê türes yapmak.
- Yörük akşam olunca caminin minaresini görmeden edemezmiş: Bu Ege bölgesindeki yörüklerin kendi köylerinden başka yerde yaşamak istemediklerini, akşam olunca ille de kendi köylerine dönmek istediklerini anlatmak için kullanılan bir atasözü.
- mariye: kadınların başörtü bağlama tarzlarından biri. Sanırım bu kelime Ege bölgesine özgü değil, ama emin olmadığım için yazıyorum. Eskiden mariye başörtüsü bağlama tarzı şimdiki kadar yaygın değildi ve daha çok genç kadınlar ve kızlar tarafından kullanılıyordu. Ama zamanla güzellik algıları kadın bedeninin öne çıkartılması lehine dönüştüğü için mariye hem daha sık, hem de daha yaşlı kadınlar tarafından da kullanılır oldu.
- şılabık: yaldızlı, parlak
- kırkmak: saç, yün, tırnak vs gibi şeyleri kesmek. İlginç bir kelime. Her şeyi kesmek için kullanılmıyor; sadece belirli şeyler kırkılır. Yani "kesmek", "kırkmak"ı kapsıyor.
- kırklık: özellikle hayvan yünü kırkmak (kesmek) için kullanılan büyük makas
- podye: okul önlüğü
- gên (e uzun okunur): "gelin" kelimesinin Egecesi
- çağıl çağıl: taze taze. Mesela; çağıl çağıl üzüm yemek.
- kırcık kırcık: buram buram. Mesela; kırcık kırcık ter kokmak

Ege bölgesine özgü kelimeler altında Ege bölgesine özgü insan isimleri adında ayrı bir başlık açmak lazım. Gerçekten de sadece Ege'de duyduğum isimler var ve ilginç bir şekilde bunlar sadece kadın isimleri. Ayrıca bu isimler genelde ninelerin isimleri ve yeni nesilde kullanılmıyor. O nedenle artık bu isimler ölmeye yüz tuttu. İşte şimdiye kadar bulduğum Egece insan isimleri:

- Şerike: anlamı "kadın ortak" olabilir veya doğrudan Kur'an'dan bilinçsizce alınıp insan ismi yapılmış olabilir.
- Etûfe (u uzun okunur)
- Safûre (u uzun okunur ve aslında halk arasında Zafôre şeklinde kullanılır)
- Zıtteke: Bunun aslı Sıdıka. Nüfus kaydında da Sıdıka şeklinde geçiyor ama Zıtteke şeklinde okunuyor.
- Attike
- Atiye
- Emeti

22 Ekim 2018 eklemesi:

- pusat: çeyiz
- halap: şişmiş, şiş (Bu kelime çok ilginç, zira sadece "halap gibi burun" tabirinde kullanılıyor. Başka hiçbir yerde duymadım.)
- gahar küpü [Kahar küpü]: üzüntü kaynağı olan insanlar için kullanılan bir deyim. Mesela bir anne çocuğuna "Amma gahar küpüsün." diyebilir.
- kargı dömbüldeği: mısır koçanının gövdesi
- gımbılgup: sessiz sedasız, tek başına
- efriciği alınmak: kafası dönmek, sersem olmak
- kuyruğunun altına deve dikeni kıstırmak: atın koşması için kuyruğunun altına deve dikeni kıstırmak. Bu deyim birisine kızıldığında o kişiyi cezalandırmak veya ona istenilen şeyi yaptırmak için de kullanılır.
- boğaz: yiyecek, abur cubur (yukarıdaki yazılan "negerek" ile aynı anlamda)
- Güvenme dayına, ekmek al yanına: İnsanın kendi başının çaresine bakması gerektiğini belirten atasözü.
- Çıkmış boynuz çığdan dışarı: Yetişmiş kişi (özellikle yetişmiş kızlar) evde durmaz anlamında kullanılan atasözü.
- ekşi nar kafalı: inatçı, laf anlamaz
- külfekân: bitkin, çok yorgun
- Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu: İnsanın torunlarının tamamen kendisine ait olmadığı, onlardan kötülük beklenebileceği anlamında atasözü.
- çakıldak: şımşırık
- çipil çipil: göz için kullanılan bir sıfat. "çipil çipil gözleri var" veya "çipil çipil bakıyor" denilir ve hemen her zaman çocuklar için kullanılır. İstanbul Türkçesinde karşılığı sanırım yok. Tarif etmek güç. Canlı ve saf bir şekilde bakan gözler için kullanıldığını söylemekten başka çare yok.
- yarlıgamak: affetmek kelimesinin öz Türkçesi, bağışlamak
- çakal boku: çitlembik ve kuru üzümün havanda ezilmesi ile oluşturulan ezme. Tadı çok güzel.
- gezenti: çok gezen kişiler için kullanılır.
- mereyi artırmak: birşeyi yapmayı artırmak

Eskiden bugüne kültür değiştikçe bazı yemekler ve sosyal faaliyetler de kayboluyor. Mesela yukarıdaki "çakal boku" bir meze olarak artık yapılmıyor. Gıda bolluğunun olmadığı dönemlerin yemek ve tatlı kültürünün kalıntıları bunlar. Aşdağıda, artık hiç yapılmayan veya çok nadir yapılan yemek ve tatlılardan aklıma gelenler (yapanlar da artık sadece yaşlılar):

- dibile: 5 cm kadarlık dikdörtgen şeklindeki bir şeyin etrafında açılmış ince hamur sarılır. Her sarışta arasına ceviz veya badem içi ezmesi konulur. 5-6 defa sardıktan sonra el ile aradaki dikdörtgen şey çıkarılır. Bu esnada hamur sargısı kırışık hale gelir. O halde yağda kızartılır. Turuncu hale gelince üstüne şerbet dökülerek yenilir.
- bazına: un ve su (acaba süt mü?) ateşte karıştırılır. Koyu pelte kıvamına gelince üstüne tercihen pekmez veya bal dökülerek yenilir.
- süt tarhanası: sütün içinde buğday ısıtılır, karışım koyulaşıp pelteye benzeyince üstüne taze üzüm konulup yenilir. Sanırım bu yaklaşık 30 yıl önce ortadan kaybolmuş.

Yokolan aktiviteler:

- Sancak [Salıncak]: Salıncak Osmanlı döneminde bayramlarda insanların özellikle bayramlarda toplanıp eğlendikleri bir araçmış. Sadece küçükler değil büyükler de, hatta bilhassa büyükler salınırlarmış. Zaten bu salıncakların boyları da belki 10 metre varmış. Zamanla eğlence kültürü değişince ve eski tip mahalleler ortadan kalkınca külhanbeyleri, kabadayılar nasıl ortadan kalktılarsa salıncaklar da ortadan kalkmış. Ama yine de köylerde bayramlarda insanları etrafına toplayan salıncaklar varmış. Bu salıncakların bulunduğu yere "sancak başı" denirmiş. Bayram günlerinde büyükler olmasa da gençler sancak başında toplanır, sallanırlarmış. Hatta gençlerin kendi müstakbel eşlerini ilk beğendikleri yegane mekan burası olduğu için romantik veya duygusal çağrışımları da varmış. Ama sanırım 2000'lerin başından itibaren internet cafelerin yaygınlaşması ile birlikte çocukların ve gençlerin oyun ve eğlence kültüründe devrim oldu. Önce sancak, sonra taso, bilye, pokemon, dijimon kalktı, onların yerine önce ateri sonra da bilgisayar geldi. Şimdi sıra akıllı telefon ve tabletlerde.

1 Haziran 2021 eklemesi:

- cirve: Üzümleri ezip pekmez yaptıktan sonra arda kalan üzüm posesi ("Pose" de sadece Egede kullanılan bir kelime olabilir. "Artık, bakiye" anlamına gelir)
- tıran tıran: Bağıra çağıra. Sadece "tıran tıran kavga etmek" deyimi içinde kullanılır.
- çıkılamak: muhtemelen çıkınlamak, yani bir çıkının içine koymak fiilinin şive hali
- karışık yapmak: birini çoğunlukla korkutmak suretiyle deli yapmak, aklını yoketmek. Bu deyimin bir de karışık olmak hali var, korkutulup deli olmak demek. Acayip komik çağrışımları var; örn.; "Korkutup durma çocuğu; karışık olcak!"
- -katmak: -durmak yardımcı fiilinin anlamıyla aynı. Yani yapıp durur = yapıp katar (ama şöyle telaffuz edilirler: yapıp duru = yapıp gatı). Egede yardımcı fiillerin Türkiye'nin diğer yörelerinden daha fazla kullanıldığı herkesin malumudur. Ama öyle görünüyor ki ayrıca sadece Ege'de kullanılan yardımcı fiiller de var. -katmak bunlardan sadece biri olabilir. Ege'de -koymak da aynı anlamda ve şekilde kullanılır ama sanırım -koymak Türkiye'nin diğer yerlerinde de aynı şekilde kullanılıyor. Bu bana öteden beri tuhaf geldi. Sebebi ne ola ki? Egeliler tez canlı, hızlı iş halleden insanlar mı? "Çocuğumuz, hadi şunu yapıver!"




18 Mart 2015 Çarşamba

Bitcoin piyasası üzerine notlar



Bitcoin, kimliği belirsiz kişilerin kurdukları sanal bir para birimi. Genelde de yasa dışı mal ve hizmet alışverişinde kullanılıyor. Kiralık katil arayanlar, silah ve uyuşturucu satıcıları, çocuk pornocuları bu piyasada sıklıkla alışveriş ve işlem yapanlardan. Bu nedenle devletler bu piyasayı yasaklamaya çalışıyorlar ancak bunda başarılı olamıyorlar. Çünkü bitcoinleri kullanarak alışveriş yapanların kimliklerinin belirlenmesi imkansız.

İnternetin 7 katmanı vardır. Sıradan kullanıcılar bu katmanlardan en yüzeydeki üzerinde faaliyetlerini gerçekleştirirler. 6. ve 5. katmanlarda ise biraz da karanlık faaliyetler yürütülür. En alt katmanlar ise, en azından benim için tamamen karanlık ve ne amacla, ne şekilde kullanıldıklarını bilmiyorum. Yukarıda sayılan yasadışı işler 5. katmanda yürütülüyor. Bu faaliyetleri yürüten bilgisayarların IP'leri herbir işlemde farklı olarak görülebilir ve bu sayede yapılan bir yasadışı işlemin izini sürmek, güvenlik güçleri için imkansıza yakındır. Mesela MOSSAD, 5. katmanda faaliyetlerini yürüten meşhur bir kiralık katile reddedemeyeceği bir teklifte bulunarak istediği bir kişiyi öldürtebilir ve bu hizmet alımı, yasadışı olsa da, gayet medeni bir ortamda, bitcoinler vasıtasıyla sağlanabilir.

Bitcoin, 234 bytlık bir tür kripto, yani bir çeşit şifredir. Bitcoin şifreleri bu nedenle araştırılarak, deneme-yanılma yöntemiyle bulunabilir. Bu şifreleri ilk olarak tespit edenler, yani bitcoin yaratıcıları, neden bu şifreleri kullanarak zengin olmamışlardır ya da ihtiyacı olduklarında sözgelimi 1 bitcoin satarak bu hacetlerini karşılıyorlar mıdır, bilmiyorum; ancak özel yazılımlı donanımlar kullanarak bitcoin kriptolarını çözmek mümkün. Bitcoin enflasyonuna göre değeri değişen ve ortalama 300-700 dolar arasında seyreden 1 bitcoini üretebilmek için, ortalama 10 bilgisayarın durmaksızın bir ay boyunca şifreleri denemesi gerekir ki bu yönteme maden kazma denir. Bir bilgisayar bir kere bir maden keşfettiğinde kazılar orada yoğunlaştırılır. Bir bitcoin kriptosunun, mesela 8000 rakamlık bir şifre olabileceği düşünüldüğünde bu işlemin zorluğu hakkında bir fikir edinilebilir. Ayrıca eğer bir bilgisayar çok hızlı bir şekilde bitcoin şifrelerini test ediyorsa, bir diğer deyişle çok süratli bir şekilde maden kazıyorsa sistemden dışarı atılır ki bitcoin şifrelerini çok hızlı çözüp enflasyona yol açmasın ve dolayısıyla piyasayı altüst etmesin. Var olan tüm bitcoinlerin 2100'lü yılları biraz geçkin bir tarihte çözüleceği ve o tarihten sonra mevcut bitcoinlerle işlemlerin sürdürüleceği tahmini yapılmaktadır.

Dünya üzerinde şimdiden milyarlarca dolarlık bir bitcoin borsası olduğu ifade edilmektedir. Bitcoin henüz 2009'da ortaya çıkan sanal bir para birimi olmasına karşın, o kadar hızlı bir şekilde yayılmıştır ve miktarı artmıştır ki, hali hazırda ABD'nin California eyaleti, bitcoini yasal bir para birimi olarak tanımıştır. Fazla uzak olmayan bir zamanda bitcoin borsasının maddi ve yasal para birimlerini anlamsızlaştıracağı ve aşındıracağı tahmin ediliyor. Bu nedenle Rusya gibi bazı ülkeler bu piyasaya ve bitcoin sermayedarlarına sanal savaş açmış durumdalar.

Bitcoinlerin tek zararı genel itibariyle yasadışı işlemler için kullanılması değil. Bitcoin üretmek mümkün olduğundan ama bu üretim somut bir üretim olmayıp sadece sanal bir sahiplenme anlamına geldiğinden, bitcoin üretmek için tüketilen enerji çevre kirliliğine yol açıyor. 1 bitcoin üretmek için kilowattlarca elektrik tüketiliyor. Yasadışı alışverişler ise, takma adlarla Silkroad gibi kriptolu internet siteleri üzerinden yapılıyor.

Liberal iktisadi bir perspektiften, bitcoinin, insanoğlunun dizayn ettiği ilk para piyasası olduğu söylenebilir. Hayek, piyasa gibi çok karmaşık sosyal sistemlerin insan ürünü olduğunu ancak insan dizaynı olamayacağını, bu gibi kompleks yapıların tek bir insanın veya sınırlı bir kadronun bilebileceğinin çok ötesinde bir bilgi yığını içerdiğini ve bu nedenle bu girift ve devasa yapıların kendiliğinden doğduklarını, self-organisation olduklarını ifade eder. Devletler varolmadan önce bu yapıların mevcut olmaları, bunun kanıtlarından birisidir. Sözgelimi Arabistan yarımadasında 500'lü yıllarda henüz bir devlet yokken, Arap kabileleri Hicaz ve Şam arasında serbestçe seyahat ederek ticaret yapmaktaydılar. Hatta Benedikt Koehler, buna bakarak kapitalizmin ilk köklerinin İslam öncesi Arap kabilelerinin kervan ticaretinde olduğunu iddia eder. (Early Islam and the Birth of Capitalism adlı kitabında. Şimdilerde bu kitabı tükçeye çeviriyorum. Ekim 2015 gibi Liberteden basılacak inşallah.)  Hayek'in iddiasının aksine, çok ilginç bir şekilde, bitcoin para birimi, bir insan dizaynı olarak belirmektedir ve daha da ilginci bu para birimini dizayn edenlerin kim olduklarının ve kendi elleriyle yarattıkları bu sermayeden yararlanıp yararlanmadıklarının bilinmemesidir. Bu açıdan bitcoin borsası liberal iktisat teorisi açısından zorlu ve ufuk açıcı bir inceleme alanıdır ve insan eyleminin gözlenmesi için uygun bir sahadır.

(6 kasım 2014'te yazmışım, eski blogdan buraya kopyaladım. Bu meselede devam etmeyi düşünüyorum.)

Dünyada zekilerin sayısı neden artmaz?


İki gün evvel oldukça zeki bir arkadaşımla konuşurken şu fikir aklıma geldi: Zeki insanların kariyer yaptığı ve yüksek makamlara ulaştığı, zeki olmayanlardan (kibarca söyledim) daha sık görülür. Bir toplumda üst tabakayı genelde daha zekiler işgal eder. Bu durum özellikle şimdinin Batı Avrupa ve ABD’sinde böyle. Az gelişmiş ülkelerde ahmak başbakanlar, bakanlar bulunabilse de en azından ekonomik yönden gelişmiş ülkelerde zekiler toplumun üst seviyelerindedir denilebilir. Bu bir.
 
Hepimizin bildiği gibi, bir kimsenin sosyal ve ekonomik pozisyonu yükseldikçe, en azından bu çağda çocuk sahibi olma oranı azalıyor. Kariyer sahibi insanların genelde az çocuğu olur. Halk ise bol keseden çocuk yapar. Bu iki.

Üçüncüsü, yine bildiğiniz gibi, zeka kalıtımsaldır. Zekinin çocuğunun zeki olur, ataları (eşini söylemeye gerek bile yok) da zekiyse.

Bu üç veriyi birleştirince elimize, dünyada daha az, zeki bebeğin doğduğu, az zeki bebeklerin ise daha çok doğduğu sonucu çıkmaz mı?

Benimkisi sadece akıl yürütme. Ama konu araştırmaya değer değil mi?

Son söz: Ey zekiler, tohumlarınızı her tarafa saçın!

(29 kasım 2013'te yazmışım. İptal olan blogdan uraya kopyaladım. Yazıyı yazdıktan sonra Idiocracy adında bir filme rastladım. Tam da burada anlattığım şeyi işlemişler filmde. gittikçe daha az zeki bebeğin doğması sonunda aptallaşan toplum: idiocracy (aptalların yönetimi). İzlemeye kesinlikle değer.)

Halk kütüphanesinde bir kaç hadise



Ankarada öğrenci olarak sık sık takıldığım bir halk kütüphanesi var, Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi. İç dizaynı muhteşem. Tasarımını kim yaptıysa, belli ki Avrupa havası solumuş. Daha Türkiyede bu kütüphane kadar, okuyucu için elverişli tasarlanmışını görmedim. İçinde birbirleriyle gevezelik etmekten yorulmayan, hayattan bıkmış bir sürü memur var. Türk bürokrasisi zihniyetinin bütün dışavurumlarını bu memurların hareketlerinde bulmak mümkün. Dahası, bizim memleket halkının devlet aygıtı karşısındaki duruşu da ayan beyan görünür.

Bunları, mezkur kütüphanede yaşadığım birkaç hadise üzerine söylüyorum. Kısa kısa anlatayım:

Bir keresinde kütüphanenin orta bölümündeki binanın kendisi kadar harika olan bahçeye çıkan bir kapı keşfettim. Bu bahçe büyük okuma salonunun birçok penceresinden görünüyor ama nedense hemen hiç kimse buraya ayak basmaya çalışmıyor. Bahçenin ve kütüphanenin planından, okumaktan sıkılanların burada hava almasının amaçlanmış olduğu anlaşılmaktaydı. Bahsettiğim çıkış kapısını hasbelkader bulunca, hemen bahçeye çıkmak istedim. Yan taraftaki görevli memur kart kart, bahçeye çıkış yasak demesin mi. Tamam dedim döndüm. Gittim müdüre, neden bu bahçenin yasak olduğunu sordum. Bana bahane kabilinden birçok lagaluga etti. Kısaca, öğrenciler kirletiyorlar, o yüzden yasakladık demek istedi. Meseleyi anlamıştım. Hemen gidip aynı kapıdan, görevlinin ne dediğine aldırmaksızın, hızla çıktım ve kapıyı üstüme kapattım. Artık bahçedeydim, gittim bir bankın üstüne oturdum. Arkamdan kapıyı açan memur, beyefendi bahçe yasak dedi. Yüzüme ona çevirmeden tamam dedim ama yerimden hiç kımıldamadım. Memur bunun üstüne başka birşey demedi, ben ise bir kitap açıp okumaya başladım. İçerideki okuyucular beni görmüş olacak; arkamdan 2 kişi daha geldi. Muhtemel, görevli gitmişti ve bu iki kişi uyarılmadan kapıdan geçebildi. 10 dakika kadar sonra ise 3 (tahminen) üniversite öğrencisi kapıyı açtılar, tam bahçeye çıkmak üzereler iken, memurun sesi duyuldu: Bahçeye çıkış yasak. Bunu duyan öğrenciler bir memura baktılar, bir bize, yani bahçede oturanlara. Hiçbirşey demeden, şaşkınca kapıyı açık bırakarak uzaklaştılar. Biz bahçede oturup dururken, bu öğrencilerin, memura dönüp, o zaman bunlar ne iş, demelerini beklerdim ama olmadı. Ortadaki saçmalık ve çelişkiyi sorgulamadan memurun emrine uydular. Onların ayrılmalarının ardından memur, bahçeden bizim de çıkmamız için bize dönüp, bahçe yasak dedi. Benden sonra gelen iki kişi neden diyecek oldu. Memur, bize böyle söylendi bilmiyorum dedi. İkili boyunlarını büküp uzaklaştı. Ben ise oralı olmadım, okumaya devam ettim. Memur beni kabullendi. Günün geri kalan vaktini, yaklaşık 2 saat, hava kararıncaya değin orada okuyarak geçirdim. Memur bir daha beni rahatsız etmedi. Daha da kimseyi bahçeye almadı.

Akşam eve giderken metroda, memur yanıma gelse ve hadi çıkın dese, ne yapardım diye düşündüm. Zannediyorum en uygunu saçma sözler söylemek, deli gibi davranmak. Müdür beyin kendine iş çıkartmamak için vazetmiş olduğu bu kurala en iyi tepki sanırım absürdizm olur. Memur yanıma kadar gelip kapıyı işaret etseydi, ben domatesin kırmızısını severim, röngen ne zaman gelir vs gibi alakasız cümleler sarfederdim. 

Bürokrasinin yasakçılığı kökten çözüm olarak gören zihniyeti ve bunun karşısında, halkın tavrının temel olarak bu olduğunu düşünüyorum. Bunu başka durumlarda da gördüğüm için. Bürokrasi, genel anlamda devlet bir şeyi emreder. Bunun mantıksız-gerekçesiz olup olmadığına bakılmaksızın sorgulamadan halkımız itaat eder, hakkını aramaz. Maalsesef.

(8 Kasım 2013'te yazmışım, iptal olan blogdan buraya kopya.)

Bizden neden büyük adamlar çıkmıyor?


Gecenlerde bir universitenin mezuniyet torenindeydim. Toren sonrasinda her bir kosede oylece kumelenmis ogrenci topluluklarina mensup ogrencilere gozum ilisti. Aralarinda usulca gezerken entellektuel meselelerle alakali o anda mezun olmakta olan bir topluluk baskaninin heyecanli gozlerle kendisini izleyen ogrencilere verdigi tavsiyeler kulagima ilisti. Diger bir cok seyin yaninda, "Dunyayi kurtarmiyoruz arkadaslar, abartmayalim." demesi en cok ilgimi ceken sey oldu.

 Turk toplumunda ve diger dogu toplumlarinda bu yaygin bir hastalik. Neden mi bahsediyorum? Cesaretsizlik, kendini gucsuz gorme, asagilik kompleksi, idealsizlik... Daha pek cok isim koyabilirsiniz. Bu surecin nasil isledigi uzerine biraz kafa yordum hemen sonra.

 Bu topraklarda insanlara daha genc yasta buyuk isler yapamayacaklari soyleniyor once. "Biz dunyayi kurtarmiyoruz arkadaslar." Oyle ya, biz birer doguluyuz, neuzubillah, ne haddimize. Onu sevketli bati yapabilir ancak. Bu ogrenci bu cumleyi kullanirken bilincaltinin derinliklerinden gelen, biz buyuk isler yapamayiz, dusuncesini dile getiriyordu aslinda. Dunyayi kurtarmak, mecazi bir tabirden ibaret burada.

 Arkasindan bu cocuklar onlerinde kendilerine ornek olabilecek pek buyuk modeller de gormeyince bunu kaniksamaya basliyorlar. Bir ingiliz, 10 poundun arka yuzundeki Darwin'e bakip buyuk bir biyolog olmayi düşleyebilir. Hakeza Fransiz, Alman, Rus. Ancak bizim cocuklar icin bu yol daha once ya hic acilmamis ya da bazi yollari acan "eski ve karanlik" donemin insanlariyla baglar zaten devlet eliyle koparilmis. Karsilarindaki nadir birkac buyuk adam da genelde arafta. Saglam bir temele mebni olmayan fikrin gelecege ciddi anlamda uzanabilmesi ve onu sekillendirebilmesi guc.

 Boylece hedefsiz veya kendi capinda kucuk hedeflerle buyuyen cocuklar arasindan, mesela, ben Ortadoguyu herseyiyle oylesine ogrenecegim ki Fas'tan Cin'e kadar rehbersiz rahatca dolabilecegim, diyenler cikmiyor. Bunu 19 yy. da, yanilmiyorsam, bir fransiz oryantalist adayi soylemisti. Dedigini de yapmis seneler sonra. Yine kendilerine asilanan asagilik kompleksiyle zihinleri igdis edilmis bu cocuklar arasindan, ben oyle muhkem bir teori ortaya atacagim ve o oylesine yayilacak ki, curutmek icin bir duzine adam devletten maas alacak da o etkisini hala koruyabilecek, diyenler de cikmiyor maalesef. Zannediyorum bir universite ogrencisi cikip Turkiye'de boyle birsey soylese, kendisine hayalperest, polyanaci, ustelik de kibirli bir iflah olmaz oldugu soylenerek hemen oracikta haddi bildirilir. Tabi butun bunlarin yaninda Turkiye ve dogu toplumlarinda fikre, bilgi ve bilime verilen onem de hatirlaninca bu topraklar tadindan yenmez hale geliyor!..

Bunun yaninda unutmadan soyleyeyim. Kahvelerde aksamlara kadar tuneyip Amerika'nin Iran'a ne zaman saldiracagindan ya da her tarafimizin Yahudiler tarafindan sarilmis oldugundan dem vuranlari ben de tasvip etmiyorum. Bu amcalarin Posta gazetesini okuyup tez elden dehsetengiz senaryolar kurmasini siddetle kiniyor ve onlari kendi islerinin basina davet ediyorum. Ancak, idealleri, kendilerine izin verilen seviyeyi asmis olanlara laf edenleri, dusunmeye cagiriyorum. Bu gibilerinin Hollywood'ta Rambo tarzi filmlerde Amerikalilar tarafindan kurtarilan kac adet dunya senaryosunu zevkle izledigini kestirebilmek guc.

Idealist insanlarin hep toplumu dogru yola surukleyecegi garanti edilemez. Hitler Paris'e girerken hayalindeki Avrupa Alman imparatorlugunu kurabilecegine inaniyordu. Enver Pasa, 90 bin askerin donmasina sebep olurken aslinda Turan pesinde kosuyordu. Ancak bilim ve dinin eşlik ettiği, stratejik bir muhakeme yetenegi ile destekli bir idealizmin toplumu dogru yone suruklemesi kuvvetle muhtemeldir. Yoksa, 250 senedir oldugu gibi, dogu toplumlari, kendilerinden olmayan insanlar tarafindan cikar iliskileri golgesinde daha pekcok yone suruklenip duracak.. (22 Ağustos 2012'de yazmışım. İptal olan blogdam buraya kopyaladım.)



Hayattan kareler (2)




2012 nin yazinda Mardin, Midyat'li arap bir arkadasimin daveti uzerine evine ziyarete gitmistim. Amacim biraz da, daha once gormedigim Mardin ve Midyat'in tarihi guzelliklerini gormekti.

Köyün eski ismi Kartmin. Eski çağlarda o bölgede hüküm sürmüş küçük bir medeniyetin kralının adından geliyormuş. Yeni ismi ise Yayvantepe. Cumhuriyetin ilk yıllarında rical-i devlet böyle münasip görmüş, ancak bu ismi kullanan yok. Tamamen seyit arapların yaşadığı 3000 yıllık bir köy.

İlginc olan ise, koye gittigimizde, arkadasimin babasinin bana soyledikleriydi. Guler yuzlu yasli amca bana, 60 yillik ömründe, terör korkusu nedeniyle, benden once köylerine yalniz gelen hic kimsenin olmadigini soylemis ve beni tebrik etmişti.

Hayretsizlik sendomu


Bir bebek dogdugunda son derece gelismis bir koku alici, tat alma, gorme ve isitme duyusu ve dokunma hissine sahiptir. Yani 5 duyu organi da gelismis halde dunyaya gozlerini acar.

Ancak bunun tam aksine, beyni bir sempazenin beyninden daha az gelismistir. Cevreden aldigi verilerin hepsi hafizanin bir kosesine kaydedilse de sadece cok az bir kismi bu gelismemis beyin tarafindan anlamlandirilabilir.

Durum boyle oldugu halde dis dunyadan her turlu bilgi alinir. Bir bebek yillarca "ne oldugunu" bilmedigi insanlara bakar. Yillarca hafizasina agaclarin, hayvanlarin resimleri kaydedilir. Canli-cansiz ayrimi yapabilecegi 3-5 aylık durumuna gelinceye degin, bir tutam otu veya bir kediyi topraktan ayirdedemez bile; ayni cinsten olduklarini sanir. Ayni sekilde belli bir doneme kadar kendisinin yasiyor oldugunun bile farkinda degildir. Hatta kendisinin annesinden farkli bir "sey" oldugunu anlamasi icin bile, bebegin zamana ihtiyaci vardir.

Simdi boyle bir canli, yani yillarca butun duyu organlarindan veriler alan, almakla kalmayip bunlari depolayan ancak bu bilgileri isleyebilecek zekaya ulasmak icin epey zamana ihtiyac duyan bebek, beyni aldigi bilgileri isleyebilecek zeka duzeyine ulastiginda, tabiata ve icindeki butun canlilara karsi, artik bir hayret bagisikligi kazanmistir. Bu hal, butun bebeklerde vaki olan dogal bir gelisim cizgisidir. Bu hayret bagisikligi, gelismemis ulkelerdeki ezberci egitim sistemleriyle iyice pekisir. Zira boyle sistemlerde bireylere sorgulattirilmamis hazir bilgi kapsulleri verilir. Ancak bu dogal gelisim cizgisine yapilan sozkonusu egitim sistemlerinin mudahalesi bu sendromu sadece arttirir, yoktan var etmez.

Bu hayret bagisikligini kazanmis olan bebeklikten henuz cikmis cocuk, artik ismini bildigi seylerin ne oldugunu bile sormaz. Henuz yeni konusmaya baslamis bir bebekken sordugu, bu ne baba, gibi sorulari, isimlerini ogrendikten sonra sormaz. Yani ismini ogrenince o seyin ne oldugunu ogrendim zanneder, vorolusunu sorgulamaz; agacin mukemmelligine, dallarin, yapraklarin ahengine ve sanatina hayret etmez. Cunku dogdugu gunden beri ayni goruntuleri zaten hafizasina kaydetmekte; buyudugunde agac gordugu zaman, beyin, aman yine mi agac, der ve agaci farketmeyebilir bile.

Meseleyi biraz daha vuzuha kavusturmak icin soyle bir sahne dusunelim: 20 yasinda bir genc, ya da 30 yasinda bir adam, etrafta hicbir canli bulunmadigi bir colun ortasinda birden zuhur etsin. Burada bu hal uzere bir miktar yasadiktan sonra, bir sabah uyandiginda basucunda bir hamam bocegi, bir fare, bir keci, bir fasulye bitkisi, bir de portakal agaci bulmus olsun. Bu kisi uyaninca, butun bunlara karsi buyuk bir hayret duyacak ve bu hayret belki yillarca devam edecektir. Cunku aslinda bunlar cok "acayip" seylerdir. Acayip seylere karsi da hayret duyulur. Bu ornekteki adamin, yaninda sadece bir hamambocegi bulmasi durumunda bile, nasil olup da bu mahlukun "var olabilecegini" dusunmesi ve ona hayret etmesi muhtemelen aylarini alacaktir. Bu hayret ise ona, zamanla hayatin pek cok sirlarini ogretecek ve onu, varolusun en derin hakikatlerine bile vakif hale getirecektir.

Hayretsizlik sendromu dedigim bu halin, fizik, kimya, biyoloji gibi doga bilimlerini bilme ile alakasi pek az. Burada sozkonusu olan bilgi degil, duygu; sasirma/hayret duygusu.

Bu sendromu, 10-15 yaslarindaki bir cocugun ve daha sonrasinda bir yetiskinin tamamen yok edebilmesi cok guc. Zaten tamamen yok etse, korku ve hayretten muhtemelen yasayamaz hale gelir ve kisa surede ölür. Hayretsizlik dedigim bu hal, ayni zamanda bir gaflet durumuna tekabul etmekte. Boyle dusunuldugunda, sendromun birden ortadan kalkmasi sonucunda hakikat ile aniden karsi karsiya gelen insanin, buna dayanamayip kisa zamanda ölecegini tahmin etmek pek zor degil.

Bu sendromun nasil azaltilabilecegi ise uzun mesele. Benim tespit ettigim bazi cozum yollari var. Bunlardan sadece uc tanesini buraya yazacagim.

İlk yol, gozlem esliginde dusunme. Bu gozlem, yeryuzu uzerinde ve denizler altinda gezinmeyi de iceriyor. Bu Sokrates'in ve Hindli bir bilginin onerdigi bir yontem.

Sozkonusu yontem Sokrates'in, 10 kitap okumus olanlarin alim, filozof oldugu devirlerde, bilgiyi bizzat tabiattan cikarmak icin kullandigi bir metoddur. Bu yontem, Sokrates'in Savunmasi kitabinda Platon'un anlattigi bir hikayede gecer. Burada detayli olarak anlatilamayacak kadar uzun ama su kadarini soyleyeyim: Basit bir gozlem ve dusunmeden ibaret degil, ince bazi hususlari var.

İkinci yol ise, herseyi silbastan sorgulamak. Bir diger deyisle, bildigimizi dusundugumuz tum seylerin, olaylarin, olgularin, canli-cansiz varliklarin varoluslarini sorgulamak. Tabii bu cok uzun vadeli bir surec. Baslamak cesaret, devam ettirmek ise sebat ister. Mesela bu sorgulamaya, kendi basina yerinden kipirdamadan yillarca yasayan, yavasca buyuyen, kisin ölmüs gibi gozuken ancak yazin canlaniveren ve adeta bir sanat harikasi olan agactan baslanabilir.

Ucuncu yol, kelimelerin etimolojik kokenlerine inmek. Bu isi, turkce gibi bozulmus ve kisirlastirilmis bir dagarciga sahip dillerde yapabilmek imkansiza yakin. Ancak ingilizce, arapca gibi dillerde bunu yapmak buyuk faydalar saglar, hayreti artirdigi olcude, anlamlandirmalar dunyasinda da suuru artirir. Mesela, sebep kelimesi, koken olarak arapcada, hurma agacina cikilan urgan manasina gelir. Bunu sonralari araplar, bir seye ulasmaya yarayan sey anlaminda kullanarak bugunku "neden" kelimesine ulasmislardir. Bu yontemin zorlugu ise, her daim binlerce kelimenin kokenine inmenin dayanilmaz agirligi.

Herşeyi sorgulayınca zaten herşey mucize gibi geliyor insana. Einstein boşuna dememiş: Hayatı yaşamanın iki yolu var: birincisi, sanki herşey mucizeymiş gibi; ikincisi, sanki hiçbirşey mucize değilmiş gibi.

Hasılı, mesele oldukca uzun ama cok muhim. Her daim ayakta bir suurla yasamak, gerceklige ulasmanin en buyuk sarti. Bunu gerceklestirmek ise buyuk bir gayret istiyor.

(13 Haziran 2013'te yazmışım. İptal blogdan buraya kopyaladım.)