31 Ağustos 2016 Çarşamba

Sıradan Hadiseler (6): Kütüphane, Mill ve Kant

Evvel zamanda Ankara'daki Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nde yaşadığım anlamlı bir olayı yazmıştım. Bir arkadaşın vesilesiyle o olayı yeniden hatırladım. Onu hatırlayınca aynı yerde yaşadığım başka bir olay daha aklıma geldi. O kütüphanede epey haftasonu geçirince böyle şeyler yaşanıyor tabii. Onu da yazayım dedim. Şöyle:

Genellikle haftasonları sabah 10 civarı kütüphaneye gelen ve kütüphanenin batı tarafında araştırmacılara ayrılmış masalara oturan çok yaşlı bir dede vardı. Oturduğu yerden nadiren kalkar ve yoğun bir şekilde çalışırdı; ikindi civarı da kalkar giderdi. Bir gün çıkışta özellikle bu adamı yakaladım, kendisiyle sohbet etmek istiyordum. Çok nadir görülen bir tipti. Yürürken ayaküstü konuşmaya başladık. Beni pek ciddiye almıyordu ama kendi geçmişinden samimiyetle bahsetti. Eskiden sanırım Cebeci taraflarında bir matbaacıymış. Şimdiki yayınevleri yokken Ankara Üniversitesi hocalarının kitaplarını o basarmış -- aslında belki biçermiş demek lazım çünkü, malum, eskiden sanırım kitaplar kocaman bıçaklarla biçilerek basılırdı. Şimdi Meşrutiyet Caddesinin batı köşesindeki Kök Çarşısının alt katında olduğu gibi. Pek çok öğrenci acaba bu matbaacılar burada nasıl çalışabiliyorlar diye sorgulamıştır. Herneyse, demem o ki bu yaşlı adam tam eski toprak kitap ehli çıktı. Belki 80 yaşında vardı. Sonra beni çok kale almadığı için muhabbet uzun sürmeyince ben ayrıldım.

 Haftasonları o dede o kütüphaneye gelip hep o özel, geniş, kenardaki araştırma masasına oturuyordu. Adetim olduğu üzere yine bir haftasonu o kütüphaneye gittim ancak boş yer kalmamıştı. O dedenin yeri ise boştu. Kütüphaneye hep müdavimler geldiğinden olacak, herkes o yerin kime ait olduğunu bilircesine davranıyordu. İçimden, burası kimseye ait değil deyip oraya oturdum. Bir müddet çalıştıktan sonra dede geldi, başıma dikildi. Gözlerinden adeta ateş fışkırır şekilde bağırmaya başladı: buraya hep ben oturuyorum, bilmiyor musun, gibi sözler söylüyordu. Düşün; kütüphanede herkes çalışmaya koyulmuş, çıt çıkmıyor, ayakta durmaya mecali olayan bir adam bir genci yüksek sesle azarlıyor. Koca salon dolusu insanın kafaları birden bize döndü. Ne diyeceğimi bilemedim; bir yandan adamın edepsizliğine karşı edepsizlik ile karşılık vermek ve onun bağrışlarını uzatarak salonu rahatsız etmek istemiyordum, diğer yandan ise haklıyken haksız duruma düşmekten hoşlanmıyordum. Hızlıca düşünüp 5 metre ilerdeki kapıdan hemen dışarı çıktım -- onca insanı rahatsız etmek yerine susup kısa süreliğine küçük düşmeyi tercih ettim. Belki de o adam küçük düştü, bilmiyorum.

Dışardaki bir görevliye durumu anlattım. Anlamsız birkaç şey söyledi, ne dediğini hatırlamıyorum bile. Ancak görevliler bağrışmaları duymuşlardı. Hatta sanırım bir iki görevli içeriye gelmişti. Bir süre sonra dışarıdan içeri geri geldim, salondaki bazı kimseler gitmişti, onlardan birinin yerine oturdum. O yaşlı hala ordaydı. Akşama kadar orada çalıştım -- o da çalıştı. 

Olayın daha ilginç boyutu bundan sonra başlıyor. Ertesi hafta kütüphaneye gelince yine kütüphane dolmuştu. Ben de görevliye gidip o yaşlı adamın yerine oturacağımı ve olacaklardan benim sorumlu olmayacağımı söyledim. Görevli ise bir dakka deyip gitti. Kısa süre sonra elinde anahtarlarla geri geldi. Yuh dedim! Kütüphanede iki küçük boş salon daha varmış ama bu zamana kadar onları açmamışlar. Masa ve sandalyeler üstünde kül gibi parmak kalınlık toz birikmiş. Belli ki yıllardır kullanılmamış. Belki de hiç kullanılmamış. O kadar insan salon doldu diye geri dönerken kütüphane çalışanları bu salonları açmayacak kadar sorumsuz olabilmişler. Şaştım kaldım, burası neden bu güne kadar açık değildi diye sordum. Gerek yoktu dediler. Bal gibi vardı dedim. Çok kişinin kütüphanenin dolu olduğunu görüp geri döndüğünü gördüklerini biliyorum. Kuyruklu yalan. Memura pis pis baktım, öyle pis baktım ki galiba küfür etsem o kadar olurdu. 

Ondan sonraki haftasonlarında o iki küçük salon (her biri 30'ar kişi alıyordu) hep açık kaldı. Onlarca öğrenci orada çalıştı. Sanki o iki küçük salonu ben inşa ettirmişim gibi hissettim. İçimde bir hayırseverin duyduğu sevinç vardı. Hatta bazen büyük salonda boş yer varken bile o küçük salona gidip orada başkalarıyla çalışmak bana daha güzel geldi. Philanthrophy böyle birşeymiş dedim. Mesela Andrew Carnegi'yi düşün. Adam bir sürü kütüphane yaptırmış, 19. asrın dünya zengini. Eminim insanların kendi kütüphanesinde çalışmalarını gidip gizlice izlemiştir. Benim içinde okuduğum ilkokulu da bir hayırsever yaptımıştı. Okula da zaten hayırseverin ismini vermişler. Yılda bir gelir sınıfları gezer ve bize sorular sorardı. Bilene ufak hediyeler verir, bu işe çocuk gibi sevinirdi. Herhalde vefat etmiştir. Nur içinde yatsın.

Sonraları bir zaman o yaşlı adam o kütüphaneye gelmez oldu. Belki gelemez oldu, belki öldü. Allah rahmet etsin, hakkım helal olsun.

O zamandan bu zamana onca insan arasında haksız yere bağrılırken ne yapmam gerektiğine dair ahlakî soruya tam olarak cevap verebilmiş değilim: karşılık verip onca insanın rahatsız olmasını sürdürmek mi, yoksa susup zulme razı olmak mı? Daha net olarak şöyle: Toplam faydayı seçmek mi, yoksa doğru olan fayda uğruna esnetilemez mi? J. S. Mill ve I. Kant bu soruya farklı cevaplar verirlerdi.