29 Aralık 2017 Cuma

Tanrıyı Nerede Aramalı?

İnsanoğlunun Tanrıyı akılla açıklanamayan şeylerde arama gibi bir eğilimi var. İnsanın birşeyi aklıyla anlaması, onun sebeplerini (ve bazen de sonuçlarını) bilmesi anlamına gelir ve insan sebeplerini bildiği, yani aklıyla anladığı şeylerde Tanrıyı bulduğunu pek düşünmez. Aklıyla anlayamadığı şeyler ise tarih boyunca genel olarak insanoğlu için dinî nesneler haline dönüşmüştür.

Mesela en ilkel toplumlarda insanların güneşe, aya ve benzeri şeylere taptıkları herkesin malumu. Eski Yunan'da ise insanlar güneşe veya aya tapmasa da, güneş ve ayın neden deli dana gibi dünyanın etrafında döndüğünü sorgulamışlar ve bu işe bir anlam veremedikleri için onları oraya Tanrının bir lamba gibi "astığını" bir fikir olarak ileri sürenler olmuş. Kimisi de ay ve güneşin Tanrısal varlıklar olduklarını sanmış. Müslüman filozoflar ve bilim adamları da ay-altı ve ay-üstü alemlerden bahsetmişler. Osmanlılar dahil Ortaçağ toplumlarında astroloji muteber bir bilim kategorisinde görülmüş. ("Padişahım bugün Merih uğursuz bir mekanda; sefere çıkmayalım!) Bu gibi akılla açıklanamayan neredeyse herşey Tanrının varlığının kanıtı gibi görülmüş. Tabiri caizse aklın açıklayamadığı şeyler Tanrının artı hanesine yazılmış ve bu beşerî eğilim, cahilliğin dindarlığı beslemesine neden olmuş.

Daha somut bir örnek üzerinden gidecek olursak; mesela Aristoteles, evrendeki bunca çeşitli hareketlerin ilk kaynağının ne olduğunu sorguluyor. Meşhur bir argümantasyon ile ilk hareket ettiren şeyin tüm hareketlerin kaynağı olduğunu söyleyip bir hareket etmeyen ilk hareket ettirici (proton kinoun) olduğu sonucuna varıyor. 

Ancak daha sonra bilimin ilerlemesi ile birlikte Newton kütle çekim kanununu bulmuş. Bu kanun tek başına evrendeki sayısız hareketin pekçoğunun müsebbibi. Buna göre cisimler kütleleri ile doğru orantılı bir şekilde birbirlerini çekerler. Bu sayede ayın dünya etrafında dönmesinin sebebinin bu kanun olduğu ortaya çıkmış. (Aslında biraz sakinkafayla düşününce insan hayret ediyor. Cansız kütleler neden birbirini çekiyor? Bunun gerekçesi nedir? Ya da Einstein'ın dediği gibi uzay bükülüyorsa bunun gerekçesi nedir?) Bu kanun ve nispeten erken keşfedilen diğer doğa kanunları evrenin belirli bazı kanunlarla mekanistik bir şekilde çalıştığı fikrini ortaya çıkarmış. Arşimedin çok önce bulduğu sıvıların kaldırma kuvveti kanunu bu kanunlardan birisi. Sonra zaman içinde optik, thermodinamik, aerodinamik, elektromagnetik vs gibi fizik kanunları gibi günümüz teknolojisinin altyapısını kuran pekçok doğa kanunu keşfedilmiş. Bu kanunlar ile birlikte daha önceden akılla anlaşılmadığı için Tanrının varlığının kanıtı olarak görülen pekçok şey de artık Tanrının eksi hanesine yazılır olmuş. Kanunlar bulundukça Tanrı adeta etrafımızdan zamanla kaybolmuş.

İşte Batı sekülerleşme paradigması da tam olarak bunu söyler. Sekülerleşme paradigmasına göre bilimsel gelişmeler sekülerleşme doğurur. Çünkü bilinmeyen sebeplerin keşfi Tanrıyı çevremizden uzaklaştırma etkisi yapar. Sözgelimi, Newton'dan önce aya bakıp da ne yücesin ya Rab, bu kandili tepemize astığın için sana çok şükür diyen müminler, Newtondan sonra bunu diyememişlerdir. Çünkü ayı dünyanın etrafında döndüren şey basit bir doğa kanunu olan kütle çekim kanunudur. Tanrı bu şekilde idrakten uzaklaşır gibi olmuştur.

19. yüzyıla varıldığında cevabı keşfedilmeyen ve bu nedenle dindarlığı besleyen en büyük muamma, insanların ve hatta canlıların kökeninin ne olduğu idi. Derken Darwin geldi ve evren aydınlandı. Günümüze kadar evrim lehinde ortaya konulan kanıtlar evrimin kuvvetle muhtemel canlılığın kaynağını açıkladığını gösteriyor. Bu açıklama Tanrıyı insanlığın zihninden 100 küsur yıldan beri daha da fazla uzaklaştırdı. Her yeni bilimsel keşif adeta Tanrının varlığının "sahte" delillerini çürütüyor. 

Ancak evrenin kanunlarını keşfettikçe, varoluşun sırlarına vakıf oldukça sanki evren aynı oranda gizemli kalmaya devam ediyor. Katman üstüne katman birşey gibi. Kaymanları soğan gibi soydukça önümüze daha fazla katman çıkıyor ve bu kuyunun dibi gözükmüyor. Her açtığımız kapının ardında başka bir kapı. Mesela Newton'un teorisi Einstein tarafından düzeltildi ve ileriye taşındı. Şimdilerde de Michio Kaku Sicim Teorisi ile Einstein'ın görecelilik teorisini muhtemelen ileriye taşıyor. Onu kim düzeltip ileriye taşıyacak kimbilir. 

Sanırım insanlığın bu trajik hikayesindeki en büyük hata, Tanrıyı dönemin koşulları içindeki bilimle açıklanamayan ama aslında daha sonra gelişmiş bir bilimle açıklanabilecek olan şeylerde aramak. Bu fiziki kanunların nispeten az bilindiği zamanlarda dindarlığı beslemiştir, ama zamanla bu kanunlar keşfedildikçe bu keşifler Tanrı inancını haklı olarak baltalamıştır. Tanrıyı fiziki sebeplerde aramak hüsran doğurmuştur. Tanrıyı fiziki sebeplerde aramamalı. Peki o zaman Tanrıyı nerede aramalı?

Tanrıyı evrende üç şeyde aramalı: fiziki sebeplerin en başındaki ilk sebepte, doğa kanunlarının neden oldukları halde olduklarında, ahlakî doğa yasalarında. 

Bunlardan birincisi fiziki sebeplerin en başındaki ilk sebep. Bunu aklın (yani bilimin) keşfetmesi pek mümkün gözükmüyor. Daha önceden aklın keşfetmesinin mümkün görülmediği ama yine de keşfedilen pekçok muamma olmuştur şüphesiz, ama evrenin en başta neyden oluştuğu keşfedilse bile (ki zaten Big Bang teorisi var), bu Büyük Patlama esnasında patlayan şeyin ne olduğu ve o şeyi kimin neden patlattığı sorulacak. Belki patlayan şeyin ne olduğu (evrenin hammaddesi) bulunabilir ama o hammaddenin nasıl varolduğu sorusu cevapsız kalmaya mahkum gibi gözüküyor.

İkincisi doğa kanunlarının neden oldukları şekilde oldukları sorusunda aramalı Tanrıyı. Yukarıda denildiği gibi, mesela, cisimlerin kütleleri ile doğru orantılı olarak ve şu anda mevcut kuvvetle birbirlerini çekmelerinin gerekçesi nedir? Neden, sözgelimi, cisimler kütleleri oranında birbirlerini itmezler de çekerler? Ya da şu anda cisimler kütleleri ile doğru orantılı olarak 1 birim birbirlerini çekiyorlarsa mesela neden 500 birim çekmezler? Eğer çekmiyorlarsa ve uzay büküldüğü için birbirlerine yaklaşıyorlarsa uzay neden bükülmektedir?

Ayrıca bir de fiziki kanunlarda bazı gerekçelendirilmemiş istisnalar var gibi. Mesela neden herşeyin katı hali sıvı halinden daha yoğun iken suyun katı hali (yani buz) sıvı halinden daha az yoğundur? Bunun arkasında bir gaye var gibi. (Tanrı bununla denizler ve göller buz tuttuğunda balıkların ölmemesini mi amaçlamaktadır?) 

Bi tasavvur edelim: Eğer cisimler kütleleri oranında birbirlerini itselerdi nasıl bir evren çıkardı? Çünkü bu da en az cisimlerin birbirlerini çekmesi kadar makul. Asıl itmeleri gerekçesiz. Mesela orta yol bulunup cisimlerin birbirlerini ne itmeleri ne de çekmeleri, yani birbirlerine hiçbir kuvvet uygulamamaları durumu en makul olan gibi. Neyse, cisimler itselerdi ne olurdu tasavvur edelim: Büyük Patlamadan uzay ve zaman yokken saçılan her bir parça birbirinden uzaklaşırdı ve hiçbirşey birbirine yaklaşmazdı. Dolayısıyla evren hızla genişler ve sayısız parça birbirlerinden sürekli uzaklaşır, nihayet gezegenler ve yıldızlar ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla bu durumda herhalde hayat da olmazdı. İşte, sanki burada da bir amaçlılık, bir gaye var gibi.

Üçüncü sebep ahlaki doğa yasaları. Hobbes'un dediği gibi, dünyadaki her hareket sonucunu hiçkimsenin öngöremeyeceği bir olaylar silsilesi başlatır. Bu silsilede kötü eylemler kötü sonuçlara, iyi eylemler de iyi sonuçlara bağlanmıştır. Korkaklık tiranlıkla, ölçüsüzlük hastalıkla ve baskı da isyanla sonuçlanır. Hobbes bunlara doğal cezalar der. Aynı şekilde doğal ödüller de vardır. Genel olarak iyi kabul edilen eylemlerin eyleyen için iyi sonuçları olurken kötü kabul edilen eylemlerin eyleyen için kötü sonuçları olur. Sanki ahlaki dünyevî ödül ve cezalar var gibidir. Buna doğal hukuk deniyor. İşte Tanrı bu doğal hukuku neden koymuştur? Tam tersi olsaydı? Madem dünyada iyilik yapan zaten cennete gidiyor, o zaman dünyada iyilik karşısında hep acı çekseydi? Bu şekilde imtihan daha çetin olmaz mıydı? (Bazı kişilerin imtihanlarının bu şekilde olduğuna dair tecrübi deliller yok değil. Ama genellikle iyilik eyleyen iyilik, kötülük eyleyen de kötülük buluyor gibi. İnsanların eylemlerinin sonuçlarını okuyabilmek hikmetin önemli bir kısmı olsa gerek.)

Bunlar Tanrının tek aranacağı yerler değil. Şüphesiz başka yerler de vardır. Mutasavvıfların hissiyatı, beşerî iyi ve kötü duygular, estetik, insanın evrende "anlam"ı nerede bulacağı sorusu, Tanrıdan mesaj getirdiğini iddia eden birtakım güvenilir insanların ağız birliği yapmışçasına aynı, tutarlı, makul ve canlılık için elverişli mesajı getirmeleri gibi. Ancak maddi evren sözkonusu olduğunda Tanrıyı sanırım sadece bu üç yerde aramalı: fiziki sebeplerin en başındaki ilk sebepte, doğa kanunlarının neden oldukları halde olduklarında, ahlakî doğa yasalarında. Maddi alanda Tanrı bunlardan başka bir yerde aranınca bir süre sonra bilim Tanrının varlığının delili olduğuna inanılan şeyi açıklayıveriyor, sonra da insanlar Tanrının varlığının delili çürütüldü zannediyor. O nedenle: bu zamana kadar bilimin çürüttüğü zannedilen Tanrının varlığına ilişkin kanıtların hiçbiri gerçekte zaten Tanrının varlığının kanıtı değildi, ilkel zihniyetlerin hurafelerinden ibaretti.

Sonuç olarak bilim ile doğru din birbirleriyle çatışmaz. Tam tersine bazı durumlarda bilim Tanrının varlığını insana hissettirir. (Einsten "Tanrı zar atmaz" demiştir. Yani bir kurala göre yaratır. Bilim de bu kuralları keşfeder.) Şimdilerde ateizm yer yer militanlığa varır ölçüde Tanrının yokluğunu ileri sürüyor. Bir defa bu çok saçma. Tanrının yokluğunu nasıl kanıtlarsın? İmkansız. Yok olan şeyi kanıtlamak imkansız. O nedenle ateizm bir saçmalıktır. Bilimsel bir insan en fazla agnostik olabilir. En fazla, Tanrı var mı yok mu bilmiyorum diyebilirsin, eğer bilimsel düşünüyorsan. Bilimsel düşünmeyen birisine everything goes.

Yukarıda sadece bilim ile dinin kesiştiği düşünülen/sanılan yerlerde Tanrının nerede aranması gerektiği üzerinde durduk. Bir başka yazıda da bilim ile pek ilgisi olmayan hususlarda Tanrı nerede aranmalı konusuna bakalım.


9 Kasım 2017 Perşembe

İlim Tahsili Teknikleri (2): Zevkler ve Hayret

Aynı başlığı taşıyan geçen yazıda ilim tahsilinin ilk hedefinin aklı putlardan özgürleştirmek olduğunu söyledik. Ki ancak bu sayede akıl gerçeği keşfedebilir ve faydalı olabilir dedik. Ne var ki, Hume'un dediği gibi, akıl putlardan özgürleştiği anda karşısında efendi olarak tutkuları (zevkleri) bulur ve onlara uyar. Bu da ilim tahsiline ket vurur ve zevkperestliğe, keyfinedüşkünlüğe sebep olur dedik. Bu problemin çözümü neler olabilir? Stoacı insanseverlik ve peygamberlerin sünnetlerinde bulunan hayırhahlık bu problemin çözümleri arasındadırlar dedik ama akıl özgürleştiği için bunlara (insansevgisine, insanları neden bu kadar çok sevmemiz gerektiğine) aklî bir temel bulmak lazım, ki bu da bana pek kolay gözükmüyor. Ya da en azından ben bu zamana kadar buna sağlam bir aklî temel bulamadım. Dedik ve orada kaldık. İşte bu yazıda özgürleşmiş aklın keyifdüşkünlüğüne yol açması problemine çözüm olabilecek bir husus üstünde durmak istiyorum.

Evet, bunun bence en köklü çözümü varoluşun sebebini araştırmaktır. Bu sebebi bulmak fevkalade zor olduğu için bu yol hemen her zaman bir hayret hâline yol açar. Izutsu Arapça hayret kelimesini "mystical perplexity (mistik şaşkınlık)" olarak çeviriyor. Bu mistik şaşkınlık hâli yoğunlaştıkça zevklerin gerçekliği azalır. O nedenle zevklerden de özgürleşmiş oluruz ve ilim tahsilinin (dolayısıyla hakikatin araştırılmasının) önündeki engellerin en büyüklerinden biri daha kalkmış olur. (Ama varoluşun sebebi bu soruna çözüm bulmak için araştırılmaz. O bizatihi amaçtır; faydalarından biri de bu soruna şifa olmasıdır. Başka bir faydası da büyümüş egoları mütevazılaştırmak olabilir. Şüphesiz başka faydaları da vardır.)

Hayret hâli herkeste az çok bulunur; bunu yaşayanlardan dinlemek lazım. Mesela Platon'un sanırım Ion dialogunda, Sokrates Ion isimli bir gençle tartışır ve tartışmanın bir noktasında Ion Sokrates'e mealen, Sokrates, ben çeşitli insanlardan senin sürekli hayret içinde bulunduğunu ve kiminle konuşursan onu da hayrete garkettiğini ve bu sayede konuştuğun herkesi, en azından bir süre, kendine benzettiğini duyardım. Şimdi duyduklarımı yaşıyorum. Beni hayret içinde bırakıyorsun, der. Benzer şekilde ehl-i tasavvufun ilginç bir bilinç durumunda, hayret halinde olduğu söylenilegelir. Ben bir keresinde şahit de oldum. Bir tasavvuf ehli, dağda bir köyde kendi evinde, hanımıyla yaşayan bir kişiyle birkaç saat geçirdim. Sıradan davranışları bile insanı etkileyen bir insandı ve o etki kendisinin hayret içinde olmasından kaynaklanıyor kanaati edinmiştim. En büyük filozofların yaptıkları şeylerden birisi içine doğduğumuz sıradan şeyleri felsefî bir şekilde "kurcalamak." Mesela Aristoteles zaman, mekan nedir diye uzun uzun anlatır Fizik isimli kitabında. Dünya neden olduğu şekildedir? sorusuna cevap bulma işi zaten aslında varoluşun sebebini sorgulamaya da götürür.

Aristoteles'in evreni açıklamak için geliştirdiği nedenlerden olan amaçsal neden modernitenin başlangıcıyla birlikte yoksayılmaya başlandığı için varoluşun sebebini inceleme işi artık hurafe benzeri birşey gibi görülmeye başlandı. Böylece hayreti öldürdük. Günümüz dünyasındaki zevklerin tiranlığının en büyük kaynağı budur diye düşünüyorum. Aklın önünü açmak için hayretin öldürülmesi, uzun vadede aklın zevklere köle olmasıyla sonuçlandı. Bakalım buradan nasıl bir çıkış yolu bulunacak? 

Allah hayretimizi artırsın.

Urduca yazılmış bir şiirin bir kısmıyla bitirelim:

Heryerdesin ve değilsin.
Bir bilmecesin.
Eğer fikrimde değilsen, o zaman nasıl anlayayım Tanrı olduğunu?
Bir bilmecesin.

Hayranım bu işe: kimsin sen, nesin?
Elime geldiğinde put oluyorsun, gelmediğinde Tanrı.
Bir bilmecesin.

Akılla sınırlı olan şey nasıl sınırsız olabilir?
Anlaşılan şey nasıl İlah olabilir?
Bir bilmecesin.

Saklanmıyorsun, açığa da çıkmıyorsun.
Kendini izhar ettiğinde, kendini izhar etmiyorsun.
Halletmiyorsun cami ve kilise tartışmasını.
Hakikat nedir, söylemiyorsun.
Bir bilmecesin.

Hayret kalbimi tuhaf bir renge boyadı.
Alt-üst olmuş bir resim çizdi. 
Nedir bu sır, anlamıyorum.
En baştan beri oynadığın bu oyun nedir?
Bir bilmecesin.

...

Naz Khayalavi (ö. 2010)

4 Kasım 2017 Cumartesi

Hakikat Piyasasının İşleyişi

Hakikatin bir piyasası var mıdır? Neden olmasın? Bence "mâlik" olunabilecek herşeyin bir piyasasının da olması lazım: üzümün, elektriğin ve akıllı telefonların bir piyasası olduğu gibi sevginin, dinin ve dahi hakikatin bir piyasasının olması icap eder. Bu yazıda hakikat piyasasının işleyişini açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle piyasayı ne olarak anladığımı ortaya koyayım ki piyasa sözünü duyunca tüyleri diken diken olanların tezviratlarından paçamı peşinen sıyırayım. Ben nacizane piyasayı "şeylerin serbest mübadelesi" olarak anlıyorum. Buradaki şey, herşey olabildiğinden ötürü herşeyin piyasasının olması mümkün. İnsanoğlu bu zamana kadar sahip olabildiği neyi satmamıştır ki? Satma kelimesini kullanınca yanlış anlaşılmasın, ona kibarca değiş-tokuş diyelim. ("Satma" kelimesindeki kötü çağrışımını da not düşelim.) Piyasanın ardından hemen "hakikat"i de ne olarak anladığımı söyleyeyim: hakikat = doğruluğu kesin olan (ve özellikle de beşerî varoluşu ilgilendiren) bilgi. Eğer bu iki tanım üzerine doğru akıl yürütüp hakikat piyasasının işleyişini çözebilirsek iyi hakikatperestler olabiliriz. Nasıl ki bir zeytin yetiştiricisi zeytin ve zeytinyağı piyasasının işleyişini iyi bilmelidir, onu iyi takip eder, ancak bu şekilde para kazanabilir; eğer biz de hakikat piyasasının işleyişini iyice tespit edebilirsek ancak o şekilde bu piyasada ayakta kalabiliriz. Dolayısıyla hakikatle iştigal eden herkes bu piyasanın kurallarını ve işleyişini bilmeli.

Hakikatin piyasasının olması lazım dedik, ancak bu piyasa geleneksel olarak alınıp satılan ev, arsa, üzüm, akıllı telefon piyasası gibi durmuyor, çünkü hakikat piyasasının ilk normatif/ahlakî kuralı hakikatin tabiatı itibariyle alınıp satılan, birşey karşılığında tebadül edilen birşey olmadığıdır. (Ya da, daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, hakikat satıcısı sattığı hakikatin karşılığını uzun vadede huzurlu bir dünya ve ahiret hayatı olarak alır.) Mesela Kuran'da açıkça ve defaatle, doğruları getiren ve bunun karşılığında hiçbir ücret istemeyen kişilerden bahsedilir. Bu kişiler peygamberlerdir. Hatta Kuran'a bakarak bir kişinin peygamber olmasının en temel delillerinden birisinin savunduğu fikirler karşılığında hiçbirşey istememesidir. Dolayısıyla hakikat bedava olmalıdır. (Hakikati basit anlamda dini bilgi olarak değerlendirmiyorum ancak peygamberlerin savunduğu fikirlerin önemli bir kısmının Locke'un, Horkheimer'ın, Heideger'in fikirlerinden tabiat itibariyle farklı olduğunu söylememiz bana kolay gözükmüyor. Bu durum, hakikati dini ve dünyevi diye ayırmayan yaklaşımı kabul ettiğimden kaynaklanıyor.)

Ancak, dikkat buyuralım, hakikatin tabiat itibariyle alınıp satılan birşey olmadığı gerçeği normatif bir kuraldır; gerçek hayatta çoğunlukla hakikat alınır da satılır da. Ancak bir kere hakikat karşılığında bir ücret istendi mi mal bozuluyor; böyle bir tebadülün konusu olan hakikat kokuyor. Türkiye'deki ilahiyat ve felsefe bölümlerinin Türkiye toplumu üzerindeki etkilerinin azlığı, satılığa çıkarılmış hakikatlerin nasıl bozulduğu hakkında fikir verici olabilir. O zaman şunu hipotetize edebilir miyiz: hakikat üreticiliği, toplayıcılığı, biriktiriciliği ve yayıcılığı yapan bir kimsenin bu iş mukabilinde bir bedel elde etmiyor olması gerekir. Ebu Hanife'nin kendisine teklif edilen kamu görevini (kadılık) almakta gösterdiği isteksizlik, onun hakikat piyasasının işleyişinin bu yönünü bildiğine işaret ediyor. Sokrates'in durumu da buna benzer; hiçbir kamu görevi üstlenmemiş. Platon'un Devlet'inde anlatılıyor.

Sanırım hakikatin dünyevî bir ücret karşılığında satılması sadece hakikate zarar vermiyor, satıcıya da zarar veriyor. Ücret karşılığında tebadül edilmemesi gereken birşeyi ücret karşılığında tebadül edince, aradaki tebadülcü de zarar görüyor: yozlaşıyor. Bu ise hakikat piyasasının ikinci doğal kanununu oluşturuyor.

Her piyasa gibi hakikat piyasası da partikülaristik, incelikli ve karmaşık. Sorulması gereken bana göre zor sorulardan birisi de hakikat piyasasının hangi somut temel üzerinde işlediği sorusu? Hakikatin toplum içerisinde tedavülünü sağlayan mekanizma en temel olarak nereye dayanıyor? İnsan bu problemi kelimelere dökmekte zorlanıyor. Demek istediğim şu: mesela özel taşıtların bir piyasası var ve özel taşıtlar insanın belirli bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlar. O nedenle alınıp satılıyorlar, mâlikleri onları korumaya çalışıyor vs. Peki, hakikat toplum içinde insanların hangi ihtiyacını karşılıyor? İnsanların hangi ortak yönü, insanların içlerindeki hangi aynı özellik hakikatin onlar tarafından kabulünü sağlıyor?

İşte burada tanrısal birşeyler var. İnsan aklının eğilimi hakikati anlama yönünde; bu nedenle hakikat hiç yokolmuyor ve insan aklının bilme açlığını doyurduğu oranda bilişsel zevk veriyor. O hiç yokolmadığı için de insan ırkı yeryüzünden silinmiyor. İnsanlar hakikati tamamen kaybetseler Hobbesçu tabiat haline dönüp insan insanın kurdu olabilirdi. Herkesin herkesle savaşacağı böyle bir ortamda insanlar akıllı canavarlardan farksız olacaklardı.

Bunu şöyle senaryolaştırsak: Mesela bir biliminsanı labaratuvarda çok sayıda karıncayı onların uygun yaşama ortamını oluşturarak kapalı bir ortama koysa sözkonusu karınca popülasyonunu kaç gün, ay, yıl devam ettirebilir. Herhalde çok uzun süre devam ettirmekte zorlanacaktır. Bir de aynı ortama diğer canlılardan dahil ettiğini düşünelim. Senaryo ne kadar karmaşıklaşırsa deneyi sürdürmek o kadar zorlaşıcak gibi görünüyor, çünkü bir kaos ortamı oluşmaya başlıyor ve mevcut mekanizme bir yerde kendi kendini yokediyor. İşte; Tanrı bunca insanın birarada yaşayacağı, üstüne üstlük gittikçe çoğalacakları şekilde bir mekanizma kurabiliyor. Ayrıca bu mekanizmada türler birbirinden evrimleşerek meydana geliyor. Ne muhteşem! Evrim Tanrının ihtişamını daha da artırıyor.

Hakikat piyasasının işleyişini anlamakta katedilecek daha çok yol var. Acziyetimi bildiyorum.

İlim talebi teknikleri (1)

1. 3L ilkesi: Life-Long Learning. Ömür boyu öğrenme. Bunu sağlayabilmek için temel olarak iki şey yapmak lazım. İlk olarak, öğrenmeyi süreklileştirecek kadar çok motivasyon gerek. Ancak bunu nereden ve nasıl temin edebiliriz? Benim bu soruya verdiğim cevap, bana çok önemli gelen belirli soruların peşinden koşma şeklinde. Ancak sanırım bununla olay bitmiyor. Hedonizme düşmemek de lazım. İnsan aklı zincirlerinden özgürleştiği anda karşısında itaat edecek bir efendi olarak zevkleri buluyor ve zevkler hemen insan iradesine boyun eğdiriyor. Tarih boyunca bunun sayısız örnekleri var, kendi içimizde bile sayısız örneği var, hepimizin malumudur. O zaman özgürleşme ile öğrenme motivasyonu arasında gizli ve tehlikeli bir çelişki var. Mesela, fazlaca dogmatik bir dindar veya bir sosyalist, veya bir milliyetçi, sözkonusu ideolojiler uğruna kendini bir şekilde öğrenmeye (eskilerin tabiriyle ilim tahsiline) adayabilir. Ancak aklı, bu fikriyatların 'gereksiz' dogmalarından özgürleştikten sonra, Hume'un kehaneti hemen kendini gösterir. Akıl, tutkuların yalnızca kölesi olabilir. O zaman akla daha büyük bir zevk aracı veya rasyonel bir çok-güçlü-motive edici kaynak göstermek gerekli ki tutkulara bağlanmasın. Burası çok ilginç bir nokta. Şahsen ben bu meseleyi anlamak için 2 yıldır akıl-irade-vahiy-tutku ilişkileri üzerine okuyorum, yine de hala çözemediğim çok yer var. Ama şu soruya kaba taslak bir cevap verebileceğimi söyleyebilirim: Akıl eğer geleneğin veya herhangi bir ideolojinin veya bağnazca yorumlanan bir dinin dogmalarından özgürleşmişse onun tutkuların kölesi olmasını nasıl engelleyeceğiz? Başka bir tabirle, eğer akıl için ayıp, günah, davaya muhalif, ülküye ihanet gibi kavramlar anlamsızlaşmışsa onu tutkuların kölesi olmaktan alıkoyacak araç nedir? That's the question.

Bu sorunun ihtişamını anladıktan sonra Kuran'daki altlarından ırmaklar akan cennetler, hiçbir gözün görmediği meyveler, huriler gibi zevk araçlarını Allah neden insan aklına sunuyor? sorusuna cevap verebiliriz. İnsanı en iyi tanıyan varlık olan Tanrı, özgürleşmiş bir insan aklının neyi isteyeceğini de biliyor. O nedenle iyilik yapanlara bunların teklif edilmesini eleştirmek aslında bir cehalet tezahürü. Özgür bir aklın bunları elde etmek için çabalaması beklenir. Benim görebildiğim kadarıyla da liberallerin genelde zevkperestliğe yönelmelerinin sebebi bu. En önce liberalleşen hangi toplum varsa zevk tatmini sektöründe en önde gidenler onlar, dünyaya bakınız. İbni Haldun'un dediği gibi.

Burada aklın özgürleştirilmesi gerektiği düşüncesini bir önkabul olarak aldığım zaten açık. Zira özgür olmayan akıldan pek de faydalı ilim sadır olmadığı tarihi tecrübelerle sanırım sabit. O zaman soruyu tekrar soralım: Özgür bir aklı ilim tahsiline nasıl kanalize edeceğiz? Bu meşakkate katlanmaya onu nasıl ve neyle ikna edeceğiz?

Bu soru Locke'un ahlak felsefesinde en çok üzerinde durduğu noktalardan birisi. Locke, gittikçe kendi kendisiyle uğraşan, başkalarına yardım etmekten imtina eden birisi olmuş hayatında. Çünkü adil olanın bu olduğunu düşünüyor. Öğrenmekten, felsefe yapmaktan kuvvetli bir haz duyuyor ve bu onun derin ilminin arkasındaki en güçlü motivasyonlardan birisi, belki de en güçlüsü bu. Bunun yanında bir de o kalibredeki insanların bir kısmında bulunan philanthropos ideali var; insan-sevgisi demek. Yani bir anlamda kendini insanların hayrına adamak, insanlara yardım etmeye adamak. Romalı stoacılarda ve Hristiyan kültüründe varolan bir tema bu. İlginç bir şekilde Nursi'de de bu temayı görmek mümkün. Kendi benliğini fevkalade ikincilleştirip tamamen insanların hayrına çalışmak. Mesela Locke, Amsterdam'da sürgün hayatı yaşarken bir entellektüel klüp kurup, bu kulübün üyelerinin toplanmasına dair usülleri yazıyor. Bu usüllerin başında ise bu kulübün insanların faydası için çalışacağına yemin etmek geliyor. Yine ilginç bir şekilde masonik örgütlerde de buna benzer bir tema var gibi gözüküyor, ama karanlık bir alan olduğu için çözmesi zor; sanırım aldatmaca, gözboyamaca. Ancak burada insanların hayrına çalışmak ideali kendi başına bir amaç olacak gibi midir? Neden insanların hayrına çalışalım ki? İnsanları daha iyi yapmak için bunca meşakkate katlanmak neden? Zaten herşey olacağına varmıyor mu? Dipsiz bir soru.

Uzun lafın kısası şahsen ben bu idealin, insanların hayrına çalışma idealinin, hayırhahlık idealinin, özgürleşmiş bir aklın en güçlü motivasyon kaynaklarından birisi olduğunu düşünüyorum ama bunu yeterince sağlam bir temele dayandıramıyorum. Bu konuda Hz. Muhammed'in sünneti, insanların hayrına çalışması önemli bir dayanak noktası şüphesiz. Ama akılcı bir temel de bulmak lazım.

Konu kısmen saptı. Sesli düşünmüş oldum.